9 Şubat 2023 Perşembe

Sonuna Kadar ( 2. Versiyon)

Sabah okula gitmek için kalkmış hazırlanıyordum. İki bardaklık çay, altı tane köy biberi. Derken anneannem geldi aklıma. Uyanmıştır, tesbih çekiyordur. Dört biber de onun için aldım, domatesle birlikte iyice kavurdum. Çaydanlığa bakarken, Eyvah! dedim, ona yetmez ki! Hemen bir kaşık çay daha ekledim üzerine, biraz daha su. Şimdi tamamdı. Küçük yer sofrasını salona götürürken anneannemi pencerenin önündeki kanepede her zamanki yerinde, önüne çektiği kocaman, beyaz örtüsüyle ders yaparken buldum. Sobanın geceden kalma közleri odayı tatlı tatlı ısıtıyordu. Kapıyı aceleyle arkamdan kapatıp, sofrayı ve elimdeki ekmeği yere bıraktım. O sırada anneannem başörtüsünü kaldırıp, hala ağzında okuduğu duayla bana gülümsedi. Onun nur yüzü beni de gülümsetti. Mutfağın soğukluğunu hafifletti. Çay ve biberle geri döndüğümde anneannem benden önce çökmüştü masaya. 

'Her sabah şuncazcık şeyi kavurmaya erinmiyor musun?' dedi yine aynı tebessümle.

'Buncazcık olunca tatlı oluyor anane', dedim ben de ilk defa diyormuşum gibi dünkü tekrarlanan sözleri.

Nineli torunlu kahvaltımızı yaparken annem yatak odasından geldi esneyerek. 

'Kızım, bugün okuldan sonra dedenin yanına çık. Halan da olacak. Hafta sonu birlikte kalırsınız', dedi. 

Yüzüm düştü hemen, yüreğime bir ağırlık çöktü. Sırtım anneme dönük,

'Tamam', dedim sadece. Annem de sıcak yatağına geri döndü.

'Kar ne çok yağdı', diye düşündüm okuldan çıktığımda, avlunun kenarına itilip, kirlenmeye başlamış öbeklere baktım. Kimisi küçük tepecikler halindeydi, kimisi tekrar devrilmiş, içine yatılmış, darmaduman edilmişti. Artık ayaz vaktiydi, dondurucu, keskin, canını yakan cinsten bir ayaz. Elimde eldivenler olmasına rağmen parmak uçlarını hissetmiyordum. Atkımla gözlüğümün altına kadar kapamıştım yüzümü, gözlüğüm her nefes alışımda buharlanıyor, görmeme engel oluyordu. Durakta otobüslerin yazılarını zar zor okuyabiliyordum. Arada bir esen rüzgarın kulakları yoran uğultusu da cabasıydı, ortama ayrı bir kasvet katmak için özel gönderilmiş gibiydi. Neyse ki otobüsler öğle saatlerinde dolu değildi de itişip kakışmaya gerek kalmadan rahatça oturup, sıcaklığın tadını çıkararak gidebildim. İnince soğuk daha bir katmerlendi. Gevşemiş vücudumu sımsıkı sardı bir anda. Yokuş yukarı yürürken, askeriyenin yenilenmiş sınır telleri dikkatimi çekti. Bir yaz günü, alt tarafı açılmış telin altından geçip, kendi kendine çıkmış portakal çiçeğini babaannem için kopardığım aklıma geldi. Çiçeği kökünden koparmam gerekirken ucundan koparınca gülmüştü babaannem. Böyle dikemeyiz, demişti. Üzülmüştüm. Birlikte tin tin çıkmıştık aynı yokuşu.

Eve yetiştiğimde halam açtı kapıyı. Nasıl da babaannem olmuştu, hayret! Aynı çizgiler, aynı kırışıklık. Bir bakışlar farklıydı. Boyu bile onunki kadardı. Elini öptüm, o da sarıldı bana anamın yadigarı diyerek. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Başımı öne eğdim görmesin diye, suratımda yalancı bir tebessümle içeri girdim. O soba, o kanepeler! Ellerimi kavuşturup, parmaklarımı sıktım istemsizce. Derin bir nefes alıp, o günkü aynı yerde oturan dedemin elini öptüm. Sanki bir yıldır oturduğu yerden hiç kalkmamış gibi... Hoşgeldine benzer boğuk bir ses çıktı ağzından. Gülemedi. Seksenini geçmiş bu yaşlı adam, bir çocuktan farksızdı artık. Yersiz sinirlenmeler, yersiz ağlamalar, yalnızlıktan korkmalar... Akşam haberleri biter bitmez yatar, yanında kim varsa onu da yatmaya zorlardı. Uyuyunca ölümden kaçabileceğini mi düşünüyordu yoksa uykuda ölürse korkmayacağını mı? O zavallı zihninde dolaşan hangisiydi? Ölümden ölesiye korkmak! Her gece ölümle burun buruna olmak. Aramızdaki yetmiş yıla yakın seneye rağmen onu tek anlayan bendim. Korkusunu tek bilen ben. Ölsem de kurtulsam diyebilmek ne güzel olurdu ama diyememek cehennem azabı gibi bir şeydi. 

Yine hava karadı, yine haberler dinlendi ve yine erkenden yatıldı. Dedem salonda, biz halamla küçük odadaydık. Babaannemin hayallerinde dedemi önden öte dünyaya gönderip, ikimizin baş başa kalacağı, benim için ayarlanmış kendi odamda... 

Sağa dön, sola dön, uyumak ne mümkün! Saatler ilerlese de bana ne, geçmiyor işte. Odadaki küçük radyoyu aldım parmak uçlarımda. Dedem en ufak sese uyanır korkusuyla pür dikkat. Yavaşça çevirdim düğmeyi, sesi iyice kısıp, yorganı üstüne örttüm, gömdüm kafamı. Acaba saat kaç? Bilmiyorum, ama olmuştur epey. Bunalınca yorganı araladım hafiften. Açık perdelerin arasından yıldızlar göründü.

'Çay hazır, hadi gel balkona', diyen bir ses. Kafam karıştı. Tam kalkacak gibi oldum. Ne balkonu, dışarısı zemheri.

Yıldızlara bakmaya devam ettim.

'Her insanın bir yıldızı varmış', diyen aynı ses. ' İyilerin yıldızları parlak olurmuş.'

'O zaman babaanne senin yıldızın şu en parlak olan olsun. Hemen yanındaki de benim. Tamam mı?

'Tamam. Olsun, yan yana olsun da hangisi olursa olsun'.

Yastığım niye ıslak? Gözümden niye yaş akıyor? Neden elim ağzımda? Anlam veremedim kısacık bir an. Horlama sesleri hatırlattı nerede olduğumu. Uyudum mu bilemedim. Rüyaydı herhalde. Saat de yok ki bakayım. Ağlamam duyulmasın diye kendimi sıkınca bir titreme aldı başını gitti. Donuyorum. Dişlerim birbirine vuruyor. Sol kolum uyuşunca, soğuk bir ter boşalttım aniden. İşte dedim, öleceğim. Kalbimi biri eline almış sıkıyor. Nefes alamıyorum. Korku ne amansız şey! Baş edemiyorum. Öleceğim! Öleceğim! Gözümün önüne babaannemin namaz kılışı geliyor, ben sobanın etrafını siliyorum soğuk suyla. Su canımı yakıyor. Belli etme diyorum içimden. Dedem kanepede oturmuş, babaanneme bakıyor. Bana sesleniyor, yardım et diye. Anlamıyorum. Ne yardımı? Dedem kızmasın diye korkuyorum. Babaanneme sesleniyorum, koltuk altlarından tutuyorum, kaldıramıyorum, taş gibi. Başımdan aşağı bir ürperti geçiyor. Anlıyorum. Felç bu! Ellerim buz gibi. Üzülecek diye korkuyorum üşüdüm diye. Ellerimi ısıtmaya çalışıyorum ona dokunmadan önce, ısınmıyor bir türlü. Ağlayamıyorum, beni öyle görmesin diye. İçime akıyor her şey. Telefon etmeye kalkamıyorum, cesaret edemiyorum, kalakaldım bir şey yapamadan. Niye su dökmedin üzerine diye suçluyorum kendimi. Su atınca felce iyi gelirmiş. Niye atmadın, niye su dökmedin üzerine diye defalarca soruyorum kendime, cevap yok. Nefes alamıyorum. Öleceğim! Yok hayır felç bu. Felç geçiriyorum. Saçlarım sırılsıklam. Yorgan tepemde. Radyodan bir mırıltı duyuyorum aniden. Hoşuma gidiyor. Dişlerimin kenedi açılıyor. Müzik ne tatlı! Kalbimdeki eli çözüyor. Sonuna kadar geldim aşkın, diyor. Evet, sonuna kadar geldim diyorum ona. Ritim, sözler beni kendine çekiyor. O kadar bildik, o kadar tanıdık ki! Diyemediklerimi söylüyor. Ninni gibi. Sakinleşiyorum, duruluyorum. Ölmeyeceğimi anlıyorum. Derin bir iç çekiyorum. Bitmesin istiyorum. Yazık ettin yazık, kendinden çok bana, diyor. Evet yazık ettin bana diyorum. Gücüm kalmadı artık her yokluğunda, diyor. Gücüm kalmadı diye tekrar ediyorum. Gitar nasıl da içli içli çalıyor. Aylar geçse de, yıllar geçse de, bir ömür böyle bitse de ben seni unutamam, diye bitiyor. Unutamam, diyorum. Ezan okunuyor. Yine sabah oluyor.


Hiç yorum yok: