17 Eylül 2015 Perşembe

Küçük Kız

KÜÇÜK KIZ, SAKLAMBAÇ VE GELİNLİK

Küçük kız, bir metre on santimlik boyuyla kahverengi, formika dolabın önünde duruyordu. Ellerini kaygan olan kapağın yüzeyinde gezdirdi. Sonra düşünceli düşünceli sağ işaret parmağını çenesine koyup, dolabın yüksekliğini hesaplayabilmek için yukarı doğru baktı.
‘Hım’, dedi sanki bir şeylere karar veriyormuş gibi. Biraz daha düşündükten sonra yüzünü buruşturup, sabahtan beri annesinin toplamasına izin vermediği karmakarışık olan saçlarını karıştırmaya başladı. Belli ki kararından memnun değildi. Kafasını önüne eğip, iki elini arkada birleştirerek, yatak ile dolap arasındaki daracık alanda volta atmaya başladı. Ufladı, pufladı; bir ileri bir geri yürüdü durdu. Bir türlü ne yapacağına karar veremedi. Bir kez daha başını kaşıyıp dolabın önünde durdu.
Nerdeyse baş hizasının olduğu yerde, dolabın demir anahtarı vardı. Eliyle kuvvetlice ona bastırdı. Bir taraftan da,
‘Beni taşır mı?’ diye söylendi. Bir ‘of!’ daha çekti ve nihayet kararını verdi. Dolabın tepesine tırmanacaktı.
Ayakuçlarında sessizce yürüyerek yatak odasından çıkıp, misafir odasına, oradan da salondan geçerek mutfağa yöneldi. Mutfak kapısından başını uzattı. Annesi sabah kahvaltısından çıkan bulaşıkları elleriyle yıkıyordu. Henüz durulamaya geçmemişti. Bu da tırmanmak için zamanının olduğunu gösteriyordu. Açık olan radyo sayesinde annesi gürültüyü de fark etmeyecekti. Tekrar aynı güzergâhı izleyip yatak odasına geçerken dikkatini; misafir odasının penceresinden gözüken ve geçen hafta üstünden düştüğü dut ağacı çekti. Bir anda heyecanlanıp incittiği omzunu tutan küçük kız, tırnaklarını yemeye başladı. Çünkü düştükten sonra annesi,
‘Bir daha hiçbir yere çıkmanı istemiyorum. Doymadın mı düşmeye?’ diye en sevdiği şey olan tırmanmaktan onu mahrum etmişti.
Kadıncağız çok da haksız sayılmazdı. Küçük kızın hemen hemen her yerinde yara bere izleri vardı. Bir ay kadar önce de babaannesinin yanında kalırken kömürlüğün çatısına çıkmış ve oradan kayısı ağacına ulaşmaya çalışmıştı. Fakat uca doğru fazla yaklaşınca, kırık olan kiremit ayağının altından kaymış ve ikisi birlikte aşağıya düşmüştü. Üstelik başka bir kiremit de tam karnına düşerek parçalanmıştı. Onun öncesinde ise, babaannesinde kaldığı başka bir gün erik ağacından ve yine başka bir gün badem ağacından düşmüştü. Bu düşüşler hiç bitmiyordu.
Aslında ağaca normal bir şekilde tırmansa belki de düşmeyecekti küçük kız. Fakat en olmadık dallara ulaşmak için şansını fazla zorlayınca işler sarpa sarıyordu. Nedenini kendi de bilmiyordu ama diğerlerinin çıkamadığı dallara çıkmak onu mutlu ediyordu. Üstelik o alelade dallara yüz vermeyip küçümsüyor ve onları beğenmiyordu.
‘Aman, onlara herkes çıkar’, diyerek burun kıvırıyordu.
Annesi, son seferinde küçük kıza fena çıkışmış ve geçirdiği sinir krizinden ne dediğini bilmeyerek,
‘Bir ay sonra artık okullu olacaksın. Eğer düşüp bir yerlerini kırarsan, üstüne bir de ben bacaklarını kırarım senin. Nasıl kız çocuğusun sen?’ diye onu tehdit etmişti.
Zavallı küçük kız annesinin bu tepkisine çok korkmuş ve gerçekten bacaklarını kıracağını sanmıştı. Gel gör ki içinde yanan ateş durmuyordu. Sürekli karnında bir gıdıklanma hissi vardı. Tırmanma güdüsüne engel olamıyordu.
Derin bir iç çekip, yatak ile dolap arasında duran annesinin çeyiz sandığına çıktı. Elleriyle, dolabın üstündeki yün yatağı yakaladı. Fakat çeyiz sandığı duvara dayalıydı. Anahtar olan kapağa uzaktı. Sandığın ucuna doğru gelip, sağ ayağını iyice anahtara doğru uzattı. Bacakları iyice açılıp, kaymaya başlayınca ayağını sandığa tekrar koydu. Aynı şeyi bir daha denedi. Yün yatağa sıkıca asılıp, anahtara olan yükünü azalttı. Anahtar, çeyiz sandığından daha yüksekte olduğu için; eliyle yün döşeğin üstündeki yorganı tutabildi.
Anahtar ince olduğundan, ayağı acımaya başlayan küçük kız; düşme korkusu yüzünden nefes nefese kaldı. Sıkıca yorgana yapıştı. Dolabın üstünde, yorganların bittiği yerde sadece bir metrekarelik alan boştu. Hedefi oraya çıkmaktı. Neyse ki annesi, yorganların altına battaniye sermişti. Diğer eliyle battaniyeyi yakaladı. Battaniyenin, taşıdığı yükten kayması imkânsızdı. Küçük kız, anahtarın üstünde parmağının ucunda yükselerek kendini yukarı çekti. Diğer ayağıyla da dolabın kapağından yardım aldı.
Nihayet zor bela dolabın üstüne çıkan küçük kızın mutluluğuna diyecek yoktu. Yukarıdan odayı seyretti. Hemen yan tarafından kapıya dokunabiliyordu. Eliyle kapıyı bir ileri, bir geri oynattı. Kapının arkasında annesinin kullanmadığı bir halıyı rulo şeklinde yerleştirmiş olduğunu gördü.
‘İnerken halıdan mı kaysam?’ diye düşünmeden edemedi. Tam o anın keyfini çıkarıyordu ki mutfaktan annesinin ona seslendiğini duydu. Bir anda kalbi küt küt atmaya başladı. İki elini yanaklarına götürdü. Bir an önce kaçması lazımdı. Hemen bacaklarına baktı. Yutkunduktan sonra, inmek için gözüne yatağı kestirdi. Tam ayağa kalkarken, o hızla başını tavana vurdu.
‘Ah!’ derken bir anda eliyle ağzını kapadı. Olduğu yere çömelip, iyice uca yanaştı. Ayaklarını kartal pençesi gibi kenara yapıştırdı. Tek eliyle de yandaki yorgandan sıkıca tutundu. Annesinin ikinci seslenişi üzerine aniden yatağın üzerine atladı. Demir yaylı yatak, gerilerek onu birkaç sefer olduğu yerde zıplatınca küçük kız gülmeye başladı. Fakat annesinin seslenişi daha yakından gelince paldır küldür yataktan inip dolaba saklandı. İçeri giren annesi, kızını göremeyince,
‘Nerde bu kız? Yine ne yaramazlık yapıyor?’, diye söylenerek odayı terk etti.
Heyecandan tir tir titreyen küçük kız, dolabın içindeki elbise yığınına kendini bırakıverdi. Askılıklardan sarkan kıyafetler kızın tüm bedenini sarmıştı. Bir süre sonra, niyeyse bulunduğu yerden çıkmak istemedi. Elbiselerin yumuşak dokusunun tenine değişi ve ortama sinmiş lavanta kokusu hoşuna gitmişti. İyice dibe sokulunca, kulağına değişik bir hışırtı sesi geldi. Elleriyle sesi çıkaran şeyi aramaya koyuldu. Elbisenin bir tanesi şeffaf bir naylonun içine konmuştu. Fakat loşluktan tam olarak ne olduğunu göremiyordu. Elbise yığınını yararak dolabın kapağına doğru yanaştı ve naylonun ucunu çekiştirerek görebileceği bir yere getirdi. İçinde bembeyaz bir elbise vardı. Bir tek onun böyle özel bir muamele görmesi küçük kızın ilgisini daha da çekti. Her bayram alınıp, misafirlerden önce o bitirmesin diye en köşe bucak yerlere saklanan şekerleri bile bulan küçük kız, daha önce böyle bir şeyin gözünden nasıl kaçtığına şaşırdı.
Tekrar dolaba dalan küçük kız, en dipten elbiseyi ve onun üzerindeki naylonu çıkarıp yatağın üzerine koydu. Bir anda kalbi küt küt atmaya başladı. Ağzı hafif aralanmış bir vaziyette elbiseye bakmaya devam etti.
‘Bizim evde prenses mi var?’ diye düşündü. Sürekli sağa sola tırmanmasını zorlaştıran eteklerden hoşlanmayan küçük kız, ilk kez karşısındaki gibi ellemeye bile korktuğu bir elbise giymek istedi. Elbisenin uzun tülü ve ucuna yerleştirilmiş gümüş renkli bir tutam tel ise kızı mest edip gözlerini kamaştırdı.
Derken bir anda elbisenin sahibi olan prensesin nerde saklanmış olabileceğini düşündü.
‘Hm mm, demek ki prenses çok iyi saklambaç oynuyor’, dedi iki elini de beline koyarak. Sonra dudaklarını büzüp, tek parmağıyla tombul yanağını kaşıdı ve aynı parmağını yukarı kaldırarak,
‘Ama benden kaçamaz’, diye sevinç nidası attı bilmiş bir şekilde. Hemen sağa sola bakınmaya koyuldu. Tekrar dolabın içine girip, köşe bucak karıştırdı. Yatağın altına baktı. Fakat aradığını bulamadı. İşine odaklanmış olan küçük kız annesinin odaya girdiğini bile fark etmedi. Gelinliğini yatakta görünce bir anda sinirlenen kadın, tam söylenmeye başlayacaktı ki kızının
‘Prenses, elma. Tamam, seni bulamadım’, lafı üzerine afalladı.
Küçük kız yatağın altından kafasını çıkarıp annesini görünce,
‘Anne, anne prensesi gördün mü?’ diye sordu. Ne olduğunu anlamaya çalışan kadın, şaşkın şaşkın kızına baktı. Birkaç saniye sonra ne olabileceğini anca idrak edebildi. O an hemen bu fırsatı değerlendirmeye karar verdi.
‘Kızım’, dedi ‘prensesler çok akıllı kızlardır. Öyle olmadık yerlere saklanıp, tehlikeli işler yapmazlar.’
‘O zaman prenses nerde anne?’
‘Seninle oynamaya gelmişti ama senin çok yaramaz olduğunu görünce gitti.’
Bu cevabı duyan küçük kızın kalbi çok kırıldı. Bir anda dudakları sarkıp, gözleri doldu. Masum haline dayanamayan annesi gülerek kızını yatağa oturttu ve onun tombul yanaklarından öpüp ona sıkıca sarıldı.
‘Ben çok yaramazım diye mi gitti? Bir daha gelmeyecek mi?’
‘Eğer sen de onun gibi akıllı olursan neden gelmesin? O senin gibi ağaçlara tırmanamaz ki! Bulunması zor yerlere de saklanamaz. Prensesler akıllı uslu bir şekilde evcilik oynarlar. Senin bir bebeğin bile yok. Onun canı sıkılır burada.’
Küçük kız, çok imrendiği beyaz gelinliğe baktı yeniden.
Bunu fark eden annesi kızını can evinden vurdu.
‘Böyle güzel bir elbise giymek istiyorsan sen de prensesler gibi olmalısın’.
Küçük kız bu sefer, biraz önce tepesinden atladığı dolaba baktı. Gözlerindeki ışık bir anda sönüverdi. İki işaret parmağını birbirinin üzerinde gezdirdi. Bir elbiseye, bir dolaba bakışlarını kaçırdı durdu. Sonra birden,
‘Ama anne, bazen bu elbiseyi giysem bazen de azıcık tırmansam olmaz mı?’ dedi.
‘Olmaz’ dedi annesi. ‘Hem sen yaralandıkça ben çok üzülüyorum. Başına daha ciddi bir şey gelecek diye çok korkuyorum. O yüzden elbiseyi istiyorsan dediklerimi yapmalısın ki hem prenses de seninle oynamaya gelebilsin.’
Bir iç çekti küçük kız. Ne yapacağını bilemedi. Düşündü, düşündü ve birden,

‘Ben de prensesi istemiyorum o zaman. Elbisesini de alsın gitsin’, diyerek bir hışımla, gözlerinden akan yaşları sile sile bahçeye kaçtı.