KÜÇÜK
KIZ, SAKLAMBAÇ VE GELİNLİK
Küçük kız, bir metre on santimlik
boyuyla kahverengi, formika dolabın önünde duruyordu. Ellerini kaygan olan
kapağın yüzeyinde gezdirdi. Sonra düşünceli düşünceli sağ işaret parmağını
çenesine koyup, dolabın yüksekliğini hesaplayabilmek için yukarı doğru baktı.
‘Hım’, dedi sanki bir şeylere
karar veriyormuş gibi. Biraz daha düşündükten sonra yüzünü buruşturup, sabahtan
beri annesinin toplamasına izin vermediği karmakarışık olan saçlarını karıştırmaya
başladı. Belli ki kararından memnun değildi. Kafasını önüne eğip, iki elini
arkada birleştirerek, yatak ile dolap arasındaki daracık alanda volta atmaya
başladı. Ufladı, pufladı; bir ileri bir geri yürüdü durdu. Bir türlü ne
yapacağına karar veremedi. Bir kez daha başını kaşıyıp dolabın önünde durdu.
Nerdeyse baş hizasının olduğu
yerde, dolabın demir anahtarı vardı. Eliyle kuvvetlice ona bastırdı. Bir
taraftan da,
‘Beni taşır mı?’ diye
söylendi. Bir ‘of!’ daha çekti ve nihayet kararını verdi. Dolabın tepesine
tırmanacaktı.
Ayakuçlarında sessizce yürüyerek
yatak odasından çıkıp, misafir odasına, oradan da salondan geçerek mutfağa
yöneldi. Mutfak kapısından başını uzattı. Annesi sabah kahvaltısından çıkan
bulaşıkları elleriyle yıkıyordu. Henüz durulamaya geçmemişti. Bu da tırmanmak
için zamanının olduğunu gösteriyordu. Açık olan radyo sayesinde annesi
gürültüyü de fark etmeyecekti. Tekrar aynı güzergâhı izleyip yatak odasına
geçerken dikkatini; misafir odasının penceresinden gözüken ve geçen hafta üstünden
düştüğü dut ağacı çekti. Bir anda heyecanlanıp incittiği omzunu tutan küçük
kız, tırnaklarını yemeye başladı. Çünkü düştükten sonra annesi,
‘Bir daha hiçbir yere çıkmanı
istemiyorum. Doymadın mı düşmeye?’ diye en sevdiği şey olan tırmanmaktan onu
mahrum etmişti.
Kadıncağız çok da haksız
sayılmazdı. Küçük kızın hemen hemen her yerinde yara bere izleri vardı. Bir ay
kadar önce de babaannesinin yanında kalırken kömürlüğün çatısına çıkmış ve
oradan kayısı ağacına ulaşmaya çalışmıştı. Fakat uca doğru fazla yaklaşınca,
kırık olan kiremit ayağının altından kaymış ve ikisi birlikte aşağıya düşmüştü.
Üstelik başka bir kiremit de tam karnına düşerek parçalanmıştı. Onun öncesinde
ise, babaannesinde kaldığı başka bir gün erik ağacından ve yine başka bir gün
badem ağacından düşmüştü. Bu düşüşler hiç bitmiyordu.
Aslında ağaca normal bir
şekilde tırmansa belki de düşmeyecekti küçük kız. Fakat en olmadık dallara ulaşmak
için şansını fazla zorlayınca işler sarpa sarıyordu. Nedenini kendi de
bilmiyordu ama diğerlerinin çıkamadığı dallara çıkmak onu mutlu ediyordu.
Üstelik o alelade dallara yüz vermeyip küçümsüyor ve onları beğenmiyordu.
‘Aman, onlara herkes çıkar’,
diyerek burun kıvırıyordu.
Annesi, son seferinde küçük
kıza fena çıkışmış ve geçirdiği sinir krizinden ne dediğini bilmeyerek,
‘Bir ay sonra artık okullu
olacaksın. Eğer düşüp bir yerlerini kırarsan, üstüne bir de ben bacaklarını
kırarım senin. Nasıl kız çocuğusun sen?’ diye onu tehdit etmişti.
Zavallı küçük kız annesinin bu
tepkisine çok korkmuş ve gerçekten bacaklarını kıracağını sanmıştı. Gel gör ki
içinde yanan ateş durmuyordu. Sürekli karnında bir gıdıklanma hissi vardı.
Tırmanma güdüsüne engel olamıyordu.
Derin bir iç çekip, yatak ile
dolap arasında duran annesinin çeyiz sandığına çıktı. Elleriyle, dolabın
üstündeki yün yatağı yakaladı. Fakat çeyiz sandığı duvara dayalıydı. Anahtar
olan kapağa uzaktı. Sandığın ucuna doğru gelip, sağ ayağını iyice anahtara
doğru uzattı. Bacakları iyice açılıp, kaymaya başlayınca ayağını sandığa tekrar
koydu. Aynı şeyi bir daha denedi. Yün yatağa sıkıca asılıp, anahtara olan
yükünü azalttı. Anahtar, çeyiz sandığından daha yüksekte olduğu için; eliyle
yün döşeğin üstündeki yorganı tutabildi.
Anahtar ince olduğundan, ayağı
acımaya başlayan küçük kız; düşme korkusu yüzünden nefes nefese kaldı. Sıkıca
yorgana yapıştı. Dolabın üstünde, yorganların bittiği yerde sadece bir
metrekarelik alan boştu. Hedefi oraya çıkmaktı. Neyse ki annesi, yorganların
altına battaniye sermişti. Diğer eliyle battaniyeyi yakaladı. Battaniyenin,
taşıdığı yükten kayması imkânsızdı. Küçük kız, anahtarın üstünde parmağının
ucunda yükselerek kendini yukarı çekti. Diğer ayağıyla da dolabın kapağından
yardım aldı.
Nihayet zor bela dolabın
üstüne çıkan küçük kızın mutluluğuna diyecek yoktu. Yukarıdan odayı seyretti.
Hemen yan tarafından kapıya dokunabiliyordu. Eliyle kapıyı bir ileri, bir geri
oynattı. Kapının arkasında annesinin kullanmadığı bir halıyı rulo şeklinde
yerleştirmiş olduğunu gördü.
‘İnerken halıdan mı kaysam?’
diye düşünmeden edemedi. Tam o anın keyfini çıkarıyordu ki mutfaktan annesinin
ona seslendiğini duydu. Bir anda kalbi küt küt atmaya başladı. İki elini
yanaklarına götürdü. Bir an önce kaçması lazımdı. Hemen bacaklarına baktı.
Yutkunduktan sonra, inmek için gözüne yatağı kestirdi. Tam ayağa kalkarken, o
hızla başını tavana vurdu.
‘Ah!’ derken bir anda eliyle
ağzını kapadı. Olduğu yere çömelip, iyice uca yanaştı. Ayaklarını kartal
pençesi gibi kenara yapıştırdı. Tek eliyle de yandaki yorgandan sıkıca tutundu.
Annesinin ikinci seslenişi üzerine aniden yatağın üzerine atladı. Demir yaylı
yatak, gerilerek onu birkaç sefer olduğu yerde zıplatınca küçük kız gülmeye
başladı. Fakat annesinin seslenişi daha yakından gelince paldır küldür yataktan
inip dolaba saklandı. İçeri giren annesi, kızını göremeyince,
‘Nerde bu kız? Yine ne yaramazlık
yapıyor?’, diye söylenerek odayı terk etti.
Heyecandan tir tir titreyen
küçük kız, dolabın içindeki elbise yığınına kendini bırakıverdi. Askılıklardan
sarkan kıyafetler kızın tüm bedenini sarmıştı. Bir süre sonra, niyeyse
bulunduğu yerden çıkmak istemedi. Elbiselerin yumuşak dokusunun tenine değişi
ve ortama sinmiş lavanta kokusu hoşuna gitmişti. İyice dibe sokulunca, kulağına
değişik bir hışırtı sesi geldi. Elleriyle sesi çıkaran şeyi aramaya koyuldu.
Elbisenin bir tanesi şeffaf bir naylonun içine konmuştu. Fakat loşluktan tam
olarak ne olduğunu göremiyordu. Elbise yığınını yararak dolabın kapağına doğru
yanaştı ve naylonun ucunu çekiştirerek görebileceği bir yere getirdi. İçinde
bembeyaz bir elbise vardı. Bir tek onun böyle özel bir muamele görmesi küçük
kızın ilgisini daha da çekti. Her bayram alınıp, misafirlerden önce o
bitirmesin diye en köşe bucak yerlere saklanan şekerleri bile bulan küçük kız,
daha önce böyle bir şeyin gözünden nasıl kaçtığına şaşırdı.
Tekrar dolaba dalan küçük kız,
en dipten elbiseyi ve onun üzerindeki naylonu çıkarıp yatağın üzerine koydu. Bir
anda kalbi küt küt atmaya başladı. Ağzı hafif aralanmış bir vaziyette elbiseye
bakmaya devam etti.
‘Bizim evde prenses mi var?’
diye düşündü. Sürekli sağa sola tırmanmasını zorlaştıran eteklerden hoşlanmayan
küçük kız, ilk kez karşısındaki gibi ellemeye bile korktuğu bir elbise giymek
istedi. Elbisenin uzun tülü ve ucuna yerleştirilmiş gümüş renkli bir tutam tel
ise kızı mest edip gözlerini kamaştırdı.
Derken bir anda elbisenin
sahibi olan prensesin nerde saklanmış olabileceğini düşündü.
‘Hm mm, demek ki prenses çok
iyi saklambaç oynuyor’, dedi iki elini de beline koyarak. Sonra dudaklarını
büzüp, tek parmağıyla tombul yanağını kaşıdı ve aynı parmağını yukarı
kaldırarak,
‘Ama benden kaçamaz’, diye
sevinç nidası attı bilmiş bir şekilde. Hemen sağa sola bakınmaya koyuldu.
Tekrar dolabın içine girip, köşe bucak karıştırdı. Yatağın altına baktı. Fakat
aradığını bulamadı. İşine odaklanmış olan küçük kız annesinin odaya girdiğini
bile fark etmedi. Gelinliğini yatakta görünce bir anda sinirlenen kadın, tam
söylenmeye başlayacaktı ki kızının
‘Prenses, elma. Tamam, seni
bulamadım’, lafı üzerine afalladı.
Küçük kız yatağın altından
kafasını çıkarıp annesini görünce,
‘Anne, anne prensesi gördün
mü?’ diye sordu. Ne olduğunu anlamaya çalışan kadın, şaşkın şaşkın kızına
baktı. Birkaç saniye sonra ne olabileceğini anca idrak edebildi. O an hemen bu
fırsatı değerlendirmeye karar verdi.
‘Kızım’, dedi ‘prensesler çok
akıllı kızlardır. Öyle olmadık yerlere saklanıp, tehlikeli işler yapmazlar.’
‘O zaman prenses nerde anne?’
‘Seninle oynamaya gelmişti ama
senin çok yaramaz olduğunu görünce gitti.’
Bu cevabı duyan küçük kızın
kalbi çok kırıldı. Bir anda dudakları sarkıp, gözleri doldu. Masum haline
dayanamayan annesi gülerek kızını yatağa oturttu ve onun tombul yanaklarından
öpüp ona sıkıca sarıldı.
‘Ben çok yaramazım diye mi
gitti? Bir daha gelmeyecek mi?’
‘Eğer sen de onun gibi akıllı
olursan neden gelmesin? O senin gibi ağaçlara tırmanamaz ki! Bulunması zor
yerlere de saklanamaz. Prensesler akıllı uslu bir şekilde evcilik oynarlar.
Senin bir bebeğin bile yok. Onun canı sıkılır burada.’
Küçük kız, çok imrendiği beyaz
gelinliğe baktı yeniden.
Bunu fark eden annesi kızını can
evinden vurdu.
‘Böyle güzel bir elbise giymek
istiyorsan sen de prensesler gibi olmalısın’.
Küçük kız bu sefer, biraz önce
tepesinden atladığı dolaba baktı. Gözlerindeki ışık bir anda sönüverdi. İki
işaret parmağını birbirinin üzerinde gezdirdi. Bir elbiseye, bir dolaba
bakışlarını kaçırdı durdu. Sonra birden,
‘Ama anne, bazen bu elbiseyi
giysem bazen de azıcık tırmansam olmaz mı?’ dedi.
‘Olmaz’ dedi annesi. ‘Hem sen
yaralandıkça ben çok üzülüyorum. Başına daha ciddi bir şey gelecek diye çok
korkuyorum. O yüzden elbiseyi istiyorsan dediklerimi yapmalısın ki hem prenses
de seninle oynamaya gelebilsin.’
Bir iç çekti küçük kız. Ne
yapacağını bilemedi. Düşündü, düşündü ve birden,
‘Ben de prensesi istemiyorum o
zaman. Elbisesini de alsın gitsin’, diyerek bir hışımla, gözlerinden akan
yaşları sile sile bahçeye kaçtı.