31 Mart 2021 Çarşamba

Düşüncelerin Sana Ait Değil

Sol ayağını sağ ayağının yanına götür, dirseklerin düz, ellerin yere sağlam basıyor, gözlerin göbek deliğinde ve popon yukarı da ve aşağı bakan köpek pozisyonu. Burada iyice esne, vücudunu rahatlat, bir kaç nefes kal pozisyonda. Şimdi sırt üstü uzan. Tüm vücudun her nefeste yere konumlansın. Nefesini hisset, gözlerini kapat. Dışarıdan gelen sesleri dinle, yargılamadan sadece dinle. Düşüncelerin bırak aksın. Onları dinle, onların sana ait olmadığını kavra. Onlar seni ifade etmiyor.'

'Ney?! Nasıl yani? Düşüncelerim bana ait değil mi? O da ne demek? Sanırım bizim inancımızla çakışmıyor. Neyse!'

Şimdi ellerin ve ayakların hareketlensin ve gözlerini aç...

Bu üçüncü ders diğerlerinden daha iyi geçmişti. Nihayet alışıyordum. Sevmeye başladım. Dersleri kaçırmamaya karar verdim. Başlangıç yogasının yanı sıra kundalina yoga da hoşuma gitmişti. Derken altıncı dersin sonunda da aynı cümle geçti.

'Düşüncelerin sana ait değil'

Bu sefer üzerinde neredeyse hiç durmadım. İnancımla ters olduğuna karar vermiştim nasıl olsa. Çünkü düşüncelerimizden de sorgulanacağımızı bizzat okumuştum. Ve o zaman da buna şaşırmıştım. Öğretilene göre düşünceler faaliyete geçmedikçe sorun yoktu. Öyle olmadığını kendim öğrenince anlamıştım. Derken garip bir şey oldu. 

Gömleğimin uç kısmına işlediğim fil deseninin içindeki çiçeklere başlamıştım. Pembenin tonuyla çevresini çizdiğim çiçeğin içini mor tonda doldurmaya karar verirken aklımdan o gün psikologa gidecek olan yıllanmış arkadaşım Vildan geldi. Ve ne olduysa o an yine zihnimde bir şey belirdi. 

'Düşüncelerinden utanmana gerek yok', diye seslendim içimden ona. Derken,

'Düşüncelerin sana ait değil' cümlesi anlam buldu.

Sanki Amerika'yı yeniden keşfetmiştim. Şaşkındım. Heyecanlanmıştım. Daha önce neden fark edemediğimin merakındaydım. Ve neden o an anlamıştım...

Düşünce nereden geliyordu? Nasıl üretiliyordu? Atomlardan mı oluşurdu? Sevginin tarifi gibi miydi yoksa hormonal bir durum sonucu muydu?

Düşünce, düşünmek kelimesinin kökünün düşten geldiği yazıyordu sözlüklerde. Düş ise gerçek olmayan ama olmuş yada varmışçasına bellekte tasarlanan şey olarak ifade edilmişti. Hayal kurmak yani... Rüya gibi... Metafizik (fizik bilimlerinin ötesinde)  de diyebilir miyiz? Kısacası kelime, sorduğum soruların cevabını verebilecek bir bilim dalına henüz sahip değil anladığım kadarıyla. Ben bu sorularla cebelleşirken Çılgınım,

'Ooo bakıyorum da boynundan büyük işlere girişmişsin', diyerek o koca burnunu işime sokmakta gecikmedi.

İstem dışı yüzümü buruşturdum.

'Sen niye nakışınla uğraşmıyorsun?'

'Peki sen neden biraz kaybol muyorsun?'

'Hadi ama bensiz yapamazsın sen.Şimdi naz mı çekiyorsun?'

Derinden bir ah çektim haliyle. Didişmenin bir anlamı yoktu. Doğruca konuya girdim.

'Nasıl düşündüğümüzü anlamaya çalışıyordum ve yogadaki şu düşüncelerin bize ait olmama meselesini. Sence beyin bu konuda işin neresinde?'

'Beynin sırları programını hatırlıyor musun? Nörolog ve sihirbaz beynin işleyişini her programda farklı şekillerde göstermeye çalışıyordu.'

'Evet'

'Ve her seferinde beynine ne kadar az güvenmen gerektiği ortaya çıkıyordu. Beynin ne kadar çabuk yanılabileceği... Tam bir aptal!'

'Fazla abartmadın mı?'

'Öğrendiği bir şeye o kadar sadık ki sonrasında onu yıkmak neredeyse imkansız oluyor. Tabular kralı resmen.'

'Yani?'

'Yani, beyin düşünme potansiyeline ne kadar sahip bilemiyorum. Hatırlasana soğan yedirdikleri deneklere elma yediklerini zannettirdiler. Şaka gibi!'

'Biliyor musun şu an seninle aynı fikirdeyim. Yarım saat önce olsaydı dediklerine katılmazdım ama nasıl oldu bilmiyorum şu an çok farklı düşünüyorum ya da algılıyorum ya da tercih ediyorum diyelim.'

'Hm, anlat bakalım'.

Bir an için nasıl anlatsam, nereden başlasam bilemedim.

'Bilmiyorum aslında. Vahiy iner gibi bir durum. Bak şu an bu cümle de aslında daha bir anlamlandı. Vahiy, düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından peygambere iletilmesi. Ama bence hepimize iletiliyor. Bu tabi ki inanç üzerine bir kavram. Ama bunun üzerine anti tez üretecek bir ispat da yok görüldüğü üzere. Şu an istediğim gibi inanmakta serbestim bence.

Düşüncenin bize ait olmadığı cümlesindeki aitlik kısmı bana en temel inançsal bilgiyi hatırlattı. Her şeyi Yaratan... Her şeyi... Tek Yaratıcı... Her şey ve Tek! Bunu düşünürken birden mitolojiye zıpladım. İlham perisi dokuz kardeş olan Musalar. O dönemin insanları bir şekilde benim inancımla paralel düşünerek kendisine düşüncelerin iletildiğine inanmış. Farkı ise kaynağı. Ben her şeyin kaynağını tek Yaratanda bulurken onlar farklı adlar vermiş. Tek Yaratan... Beyaz ışığın içinde tüm renklerin olması gibi, atomlardan organlara, kemiklerden damarlara komplike bir sistemin birleşerek tek bir insanı oluşturması gibi, bigbang denilen tek bir noktadan patlamayla koca bir evrenin oluşması gibi... Tek kaynaktan oluşan bir sistem. Kısacası Tek kaynak, Tek Yaratan, her şeyi Yaratan... Dolayısıyla ben bir şeyi yaratamıyorum ki zaten. Diğer her şeyi olduğu gibi düşünceleri de ben yaratamam bu durumda. Peki ben ne yapabilirim? Mavi hap mı kırmızı hap mı Leo? Seçimler ve sorumlulukları. Sana inen sonsuz düşünce arasında seçimlerinle yönlendirdiğin bir yaşam. Dışa vurmasan bile seni içten içe çürüten ya da iyileştiren fikirler. Sana ait olmayan bir düşünceye saplanıp kalmak. Oysa ki isteyip istememek sana bağlıyken. Beğenmiyorsan kaldırıp atacakken ona sahiplenip kendinin sanmak ve ruhunla bağdaşmayan bu bağlılığın yarattığı buhranlar. Sana uymayan düşüncelerin utancını omuzlarına yüklemek...Suçlamalar, kendinden nefret etmeler, değersizlikler ya da tersi böbürlenme, kendini özel zannetme, yüceltmeler...Öyleyse düşüncelerinden de yargılanman çok normal. Ruhunu kirlettiği için veya iyileştirdiği için. Görünmeyen bu enerji bedeninde ve hareketlerinde, davranış biçimlerinde kendini gösteriyor.'

'Peki neden birisi olumlu düşünceyi seçerken bir diğeri olumsuzu tercih ediyor bu durumda? Neden psikopatlar ve caniler var?'

'Psikopatlık ve canilik kısmına cevap verecek düzeyde değilim belki ama kendimce diğerini yanıtlayabilirim sanırım. Çocukken büyük oranda masum olmamızın nedeni ruhumuzun kabul ettiği ruhumuzla uyuşan düşünceleri seçiyor olmamız. Ne zaman ki tersini yapmaya başlıyoruz sorunlar baş gösteriyor. Bir süre sonra da alışkanlığa dönüşüp, güvenli alan haline geliyor. Beyin artık öğrendiği ve kanıksadığı bu durumu normalleştiriyor. Bir bonsai ağacının kendi doğal halini hep öyle garip şekillerde ve minicik zannetmesi, bir çok ritüellerin olmazsa olmaz kabul edilmesi, gelenekler, hayat şekilleri, konuşma tarzları, moda, güzellik, sanat... Örnekleri uzat uzatabildiğin kadar. Hepsi ama hepsi sonsuz düşüncelerin lego parçaları gibi birleştirilip kendi oyuncaklarımızı oluşturmamızdan ibaret. Kelimeleri birleştirip koca kitapları, çeşitli öyküleri, belgeleri oluşturuyoruz. Sayılarla oynayıp formüller üretip, kurallar koyup sonra yıkıyoruz. Yap boz, yap ve boz. Tek yaptığımız bu değil mi? 

Soruna gelecek olursam, neden kimi insan kimi insandan daha pozitif veya negatif düşünüyor? Seçim yapıyoruz, tek yapabildiğimiz şey. İstiyoruz ki yine tek yapabildiğimiz durum. İsteklerimiz doğrultusunda mevcudiyetimizde bulunan ego, kibir, gurur, ön yargı, nefis vs. bir sürü duyguyla rekabete giriyoruz. Bize öğretilenler doğrultusunda da ilk başta belki de kendimizin bile olmayan seçimlerle yönlendiriliyoruz. Bunu yapmalısın, böyle giyinmelisin, öyle yememelisin, düşünmemelisin.. Sonrasında da buna alışan beyin doğru kabul ettiği bu kavramların dışına çıkmak için bir sürü efor sarf ediyor ve kas yaparken acı çekmemize benzer bir durum yeni bilgiler öğrenirken de beynimizde yaşanıyor. Acının bize zarar verdiğini gören beyin de bizi korumak için acıdan kaçınıyor. Sen de bir sigara içiyorsun, iki bağırıyorsun, sinemaya gidiyorsun, dedikodu yapıyorsun, içkiydi, yemekti, spordu, oydu, buydu derken meseleyi derinlere gömüyorsun. Haliyle sana gelen benzer düşünceleri itmeye başlıyorsun, belki kapıyı kilitliyorsun. Ne var ki senin acı denilen bu kavramla belki de içindeki irini atacakken atmayıp içinde saklaman da aslında sana zarar veriyor. Şu anki bazı kişisel gelişim kitaplarında ve psikolojide buna alt beyinde, bilinç altında birikme deniliyor. Basit bir örnekle bir insan neden birinin bakışını hakaret olarak algılar? Bu negatif bir düşüncedir. Neden böyle düşünür? O esnada devreye egosu ve gururu girer. Çünkü kendisine kimsenin öyle bakamayacağını, eleştiremeyeceğini düşünür. Sebebi de aslında içten içe kendisinin bile çok gerilere attığı değersizlik hissidir. Kendine güveni yoktur ve bunu saklamak için egoya, kibire, gurura, saygıya ihtiyacı vardır. Bunlar içinde hissedemediği ışığın yerini tutan suni ışıklar oluşturur kendine. Her davranışımızın altında aslında böyle temel kavramlar vardır ama biz onu katmanlarla örteriz; utanma duygusundan. Ve kendimize bile itiraf edemeyiz. Neredeyse unuturuz, unutmak isteriz. Bu yüzden yanlış yaptığımızı duymak istemeyiz, ilgi çekmek için çeşitli yöntemler geliştiririz ya da yalnızlığımıza sarılırız. Jung'un bu konudaki arketip meselesi bence durumu açıklar. Karakterimiz olgunlaşana kadar ya saldırgan ya da çekinik roller üstlendiğimizden bahseder. Savaş ya da kaç!

Pozitif düşünmeyi öğrenmiş biri ise tersine negatif düşüncelerin ona verdiği zarardan kaçmayı başarır ve çoğu zaman bu durum kazıklanmasına, sırtından bıçaklanmasına, dalgaya alınmasına, vurdum duymaz diye adlandırılmasına neden olur. Ama bunları önemsemez. Nasıl başlarsan öyle gider sözü doğrudur belki de. Maneviyatla uğraşan kişilere bakınca pozitif düşünce eğiliminde oldukları görülür. Egosuz, gurursuz... İçlerindeki ışığın farkındadırlar sanki. Bir başkası olmaya ihtiyaçları yoktur. Neredeyse hiç sorunları yok gibidir. Fakat bence onlar daha çok savaş halindedir. Negatif düşünceye meyledenler çeşitli duyguların esaretinde olup, mevcut düzene kendini bırakırken, diğerleri yağmur gibi inen sonsuz düşünce arasından ayıklama yapıp doğru kompozisyonu oluşturmak, duygularına yenilmemek için uğraş verir.  En güzel müziği oluşturmak, en iyi romanı yazmak, en iyi remi yapmak, en iyi binayı çizmek... Hepsinin yöntemi aynı değil midir? Fazlalıklardan kurtulmak, estetiği yakalamak, her kullanılan aracın amaca en doğru şekilde hizmet vermesi. Bitmek bilmez bir savaş!  Belki de acıya üvey evlat muamelesi yapmadan onun da kendi dönüşümüne izin vermek. Düşünceleri tabu haline getirmeden, sana ait olmadığını bilerek önünden akıp gitmesini izlemek. İşine yarayanı kullanmak. 

Sonuç olarak düşünceler de birer araçtır. Amacımız her ne ise amaca giden yolda kullandığımız materyal... Baktıkça, dinledikçe, tattıkça, dokundukça, inceledikçe, gözlemledikçe öğrendiklerimizle düşüncelerimiz doğumdan ölüme değişir durur. Onlara saplanıp kalmamız ne kadar doğru olabilir ki!'

Çılgınım sanırım uykuya daldı. Hiç ses yok. Bu kadar düşünce şimdilik yeter. Kim bilir yarın başka bir düşünce düşer aklımın bir köşesine ve ben oynar dururum onunla gönlüme göre...