17 Aralık 2018 Pazartesi

ÇILGIN FİKİRLER


Ah Çılgınım başladı yine. Maymun iştahlı gevezem susar mı hiç? Susmaz. Bu sefer de neymiş efendim,

‘İnsan ömrünün neden büyük bir çoğunluğu çocukluk ve gençlikle heba oluyor’ muş?
Buyurun buradan yakın bakalım. 

Ona göre insanın olgunluk dönemi, en verimli ve rayında giden bir dönemmiş ve hemen arkasından ihtiyarlıkla ustalık devrine başlanıyormuş. Fakat gel gör ki vücut bu yükü kaldıracak durumda olmuyormuş. Bu mantık birçok kişide aynıdır, dedim ona ama o beni duymadı tabi. Daldan dala atlayan çılgınım buradan çocukların ne kadar çok enerjiye sahip oldukları konusuna geldi. 

‘Düşünebiliyor musun tüm gün hareket halindeler, sürekli hoplayıp zıplıyorlar. Tek yaptıkları bu ve ne için? Bir amaç bile yok! İnsanlığa ne katkısı var söylesene?’ diye çıkıştı bana. 

Dedim, deliye uymayayım ama bir baktım haksız da değil. Algıda seçicilik misali çevremde zıp zıp zıplayan minikler. Eyvah! Bu çılgın bulacak yine bir şey ya hadi hayırlısı dememe kalmadı ki, 

‘Acaba hareket enerjisi nasıl elektrik enerjisine dönüşür?’, diye bombayı patlattı. 

Bu da nereden çıktı şimdi diye bıkkın bir yüz ifadesi belirdi yüzümde. Tabi zılgıtı yedim o saniye.

‘Düşün bir düşün! Akıl verilmiş sana, arada bir kullan istersen. Sen değil misin dünya elden gidiyor diye üzülen. Bak işte kafanı çalıştırırsan onu kurtarmanın yolları da çıkar önüne. Şimdi bu minik insanlar, ömür evresindeki en yoğun enerjiye sahip değil mi? Sahip. Niye boşa gitsin ki! Hem eğlensinler hem de üretsinler. Deliler gibi zıplarken enerjileri elektriğe dönüşsün. Sonra da o elektrik tekrar geri dönüşüm gibi, oyun alanlarını çalıştırsın, aydınlatsın. Fazladan bir tüketime neden olmadan mekanların ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlamış olsun. Fena mı?’, diye yüz ifademin şeklini değiştiriverdi. 

Birkaç saniye öylece kalakaldım. O an aklıma, bisiklet çevirerek elektrik üreten bir reklam geldi. Kadınların kilo vermesine yardımcı olacak bir spor aleti, harcanan enerjiyi topluyordu. Aynı şey neden oyun alanlarında ve spor tesislerinde olmasındı ki? Fakat şimşek hızıyla gelen bir fikir heyecanımı böldü. Bu fikri benim çılgın düşündüyse, bilim adamları haydi haydi düşünmüştür. Düşüncemi onunla paylaşınca,

‘Umarım düşünmüşlerdir’, diye karşılık verdi. ‘Kimin düşündüğünün ne önemi var? Yeter ki birileri düşünsün ve uygulasın.’ 

Ona hak vermemek elde değildi. Hemen internetten hareket enerjisinin elektrik enerjisine dönüşümünü incelemeye başladım. Ve haklı çıktım. Konuyla ilgili farklı uygulamalar yapılmıştı bile. En dikkatimi çeken Londra’daki uygulama oldu.  Adım atıldıkça elektrik üreten akıllı zeminler geliştirmiş bir teknoloji firması. Her ilklerin yaşadığını yaşamış o da. Birçok kişi ne gerek var demiş ama onlar yılmamış ve şimdi çoğu yerde onların sistemi kullanılıyormuş. Ayrıca Almanya’da da elektrik üreten ayakkabı geliştirilmiş. Bunları gören çılgınım bir ‘Ah!’, çekti derinden ve 

‘Gördün mü bak! İnsan, insandan ümidini kesmemeli. Biri bozuyorsa, biri yapıyor. Biri tüketiyorsa, diğeri üretiyor. İçimizdeki negatif ve pozitifle dengeyi sağlıyoruz bir yerde de’, dedi. 

Yine haklıydı. Geçmişe bakınca tükenmişlikler ve başlangıçlar bizim kaderimiz değil miydi? Tam konu bitti derken ne gezer, bizimki uçuşa geçti. Bilimkurguya el attı.

'Hmm', dedi düşünür gibi. 'Peki bir de şöyle olsa; çocukluk ve gençlik döneminde bu enerji biriktirilse, biriktirilse ve tepe noktasından inişe geçildiğinde aynı kişiye geri verilse. Nasıl olur? Olur mu acaba? Eğer olursa insan hep genç mi kalır? Gençliğin sırrı bu mu yoksa?'

Evet, çılgınlığın son aşamasıydı bu fikir. Daha ötesine gidemez artık. Dönsün dursun etrafında fikrinin de bir an önce yorulsun. Yoksa bu çılgının peşinden koşmak hiç de kolay değil...

2 Aralık 2018 Pazar

Bu Bir İhanet Meselesi

Nerden başlamalı, nasıl söylemeli bazen bilmez insan. İçinde biriken ve taşıdığını anlamadığı bir yükle dolanır dururken, zihninde kavgalar ederken, söylemlerinin provasını sayısını bilmediği kez tekrarlamışken, iş sözcüklere dökülmeye vardığında tıkanır kalır. Önünde neyin olduğunu, onu kimin durduğunu bilmeden susuverir. İçerden güçlü bir itiş, dışardan ise görünmez bir kuvvet, insanı arada bırakır ve sıkıştırdıkça sıkıştırır. Nihayet dayanacak gücü kalmaz. Nihayet bir karar vermenin son raddesindedir. Nihayet güvenli limanını terk etmelidir. Göğsünden yiyeceği tüm hançerlere, sırtından vurulacağı bütün oklara artık razıdır ve nihayet o an gelir...Konuşur!

Kafamın içindeki çılgın ise hiç susmaz. Onun böyle kaygıları yok. Alabildiğine geveze. Ben sessiz sakin bir şekilde volkanlarla ilgili belgeseli izlerken, içimdeki canavar bir anda uyanıverdi. Beni öldürmek için yapacağı tek şey var. Konuşmak! Dikkatini ise belgeselde bilgisayar efektiyle gösterilen dünya kabuğunun altındaki magma çekti. Gördüğü şeyle irkilmişti.

'Devasa büyüklükte bir ocağın üzerindeki, pişmeye hazır yiyecekler gibiyiz', dedi. Kabuk öylesine inceydi ki! Belki de ilkokuldan itibaren bir kaç sefer daha önüne gelen bu bilgi, o ana kadar boş ve anlamsızdı. Bildiğini zannettiği şey, ezberlenmiş cümlelerden ibaretti. İçi ise şimdi gördükleriyle dolmuştu ve bu onu korkutmuştu. Gerçek bilgi, ürperticiydi! Volkan patlamalarının tarihçesi anlatılmaya devam ederken, zaman denilen kavramı düşündü. İnsanların ne kadar çabuk unuttuğunu... Balık hafızalı demek bu muydu? İnsanlar unutmaya programlanmış olmasalardı tarihe, yazıya, masallara ve mitoloji ihtiyaç olmayacaktı demek ki. Yoksa neden binlerce, binlerce yıl önce patlamış bir volkanın oluşturduğu çöküntünün üstüne yerleşsinlerdi ki? İnsan bu kadar cesur ya da aptal olabilir miydi? Cesaretse neye karşı? Doğaya mı? Aptallıksa zaten bunun bir çözümü yok, bu biliniyor artık.

'Yaşama ne demeli peki?', dedi çılgınım. 'İnsanın yaşaması bir aptallık değil de ne? Görmüyor musun ne üzerinde yaşıyoruz? Evet sağlam bir hikayemiz var. Kahramanın başına bu kadar çorap örülemez. Hiçbir yazar bu kadarını öremez. Ve ördüyse bile sona doğru bir değişim gerçekten muazzam olmalı. Düşünülebilecek en okkalı dönüşüm. Hem büyüleyici bir güzellik hem de korkutucu bir tehlikenin içinde yaşayan, seni yaşatanın bir gün yok edeceği bir büyünün içindeki minik ama -demek ki- oldukça büyük bir gücü içinde barındıran ve sonunda beklenmedik bir gelişme gösterecek olan insan. Sence de okumaya değmez mi?' diye sordu bana. İstemsizce 'Evet!' dedim. Söyledikleri ilgimi çekmişti.

Derken belgeselde volkanik bir patlama gösterildi. Çevresinde ne varsa yok eden bir patlama. Ve 'tarih kendini tekrar ederse' diye bir cümle geçiverdi. Bir an için susan çılgınım için kaçınılmaz bir fırsat.

'Tarih neden kendini tekrar eder? Ölüm- doğum, doğum- ölüm. O büyük patlamayı görmedik, şahit olmadık. Zamanın birinde birileri gördü', dedi ve ani bir suskunluk oldu. Bir şey fark etmişti. Bekledim. Ne söyleyeceğini merak ettim. Aniden sustuğu gibi aniden konuşmaya başladı.

'İyi de ben patlama görmedim. İkinci dünya savaşını görmedim. Diğer savaşları görmedim. Sanayileşme devrimini, rönesansı, imparatorluk dönemlerini, sadece tarımın olduğu bir zamanı hatta hayatın bir tek sağ kalabilmek için uğraşıldığı, mağaralarda yaşandığı, kıyafetlerin olmadığı bir anı görmedim. Ben önemli olan anların hiç birini görmedim. Benim tek derdim, tek derdim...'. Cümlenin sonu gelmedi. Çılgınım bocalıyordu. Onu sıkıştırmadım. O sıkıştırmaya gelemezdi. Birazdan nasıl olsa çözülürdü.

'İşte bu!' dedi evreka der gibi. 'Tabi ya! Bizim tek derdimiz suni saçmalıklar! Ve hiçbir gerçek problem şu an şahit olduğum şeye sebep olmadı. Ne savaşlar ne açlık ne hastalıklar hiçbiri ama hiçbiri benim yaptığımı yapamadı dünyaya. Ben öyle acınası bir nesilim ki hiçbir nesil böylesine bir dönüm noktasına sahip olmadı', derken heyecanının doruğundaydı. Neymiş bu kadar kötü olan şey diye soluğumu kesmiş onu dinliyordum.

'Anlamıyor musun?' dedi bir yandan da beni takip ederek. Salaklığıma şaşıyor olmalıydı. 'Düşünsene, bir düşün! Öyle bir çizgiye geldik ki geride kalan her şeyi silip süpürecek ve önemsiz kılacak. Tüm yaşananlar işte şimdi gerçek bir tarihe dönüşecek'.

'Yeter, söyle hadi', dedim.

'Bu sefer feleğin tekerine çomak soktuk. Öyle bir soktuk ki içinde olduğumuzu unuttuk. İhanetin en büyüğünü yaptık. Nihayet dönülmez nokta geldi işte'. O bunları söylerken kendimi bir garip hissettim. Ne diyeceğini biliyordum aslında. Beni uzun zamandır rahatsız eden ve artık dayanamayacak bir suçluluk duyguna sürükleyen yegane derdimdi. Yapabileceğim bir şeyin gerçekten olup olmadığını sorguladığım, kah umutlanıp, kah kahrolduğum, içimdeki girdaba yakalanmış gerçek bir dert...

'Hepsi boşuna', dedi. 'Ne boğazındaki düğüm, ne yüreğindeki sızıntı, ne de gözlerinde biriken yaşlar...Hiçbiri ihanetenin ne kefareti olacak ne de bedeli. Her şekilde suçlusun, suçluyuz. Bilmem kaç milyar yıldır yaşamını sürdüren yuvamızı, biz sadece tek asırda mahvettik. Hangi ihanet, hem de böylesine ölümcül olanı, karşılıksız kalır? İşte buna adalet denir ve adelet bizim zaman anlayışımızla paralel gitmez. Sen böylesine bir ana şahit olmakla cezalandırıldın. Tarihin tekrarı denilen şey budur belki kim bilir. İnsanlığın tüm bu zaman zarfında başlangıçtan sona kadar herkesin payına düşeni yaşaması, bir önceki neslin yaptıklarını değiştiremememiz ve sonuca yaklaşırken son neslin en büyük acıya katlanması. İnsanlık tarihi süresinde yaşamış milyonlarca insanın bir bayrak yarışı gibi ilerleyerek bugüne gelmesi ve hep aynı hata. Bir lanet mi bu? Neden birimiz bile akıllanamadık? Yo yo. Akıllananlarımız tabi ki vardı. Sistem hatası gibi, bilgisayar virisü gibi onları yok ettik, diğer ne varsa yok ettiğimiz gibi. Hem gerçek anlamda iyilerin, hem de kötülerin sayıca değeri hep azdı yani farklılık dediklerimizin. Ve biz farklıklıklardan hep nefret ettik, korktuk, dışladık. Estetik ameliyatlar gibi tek bir yüze büründürdük. Şimdiyse nefretimiz öyle bir noktaya vardı ki yok ettiğimiz dünyada yaşayabilsin diye robotlar yapıyoruz. Bize benzetiyoruz ama biz kimiz?'.

Bu sefer çılgınım gerçekten sustu. Yorulduğunu hissediyordum. Söyleyeceğini söylemişti ve söyledikleri onu yıprattı. Belki de konuşmanın saçmalığını anladı. Konuşma anı kaçmıştı. Sıkıştığı o arafta tarafını susmaktan yana kullandığını fark etmişti belki de. Şimdi konuşmaya hakkı yoktu.