30 Kasım 2021 Salı

Vedasız

Bir ayaz vardı o gün,

Ellerim soğuk... Soğuk zannettim.

O ayazda kaybettim seni,

Soğuk neymiş anladım.

Bir yirmi dört kasım, sene bilmem ne...

Ayaz işledi yüreğime,

Buz kestim.

Geçer zannettim.

Zannettiğim kış uykusuymuş sadece...

                                        

                                            Rahmetle!

19 Kasım 2021 Cuma

Kim Bilir Belki Yarın...

 Belki yarın deli diye adlandırılan, hasta gözüyle bakılan, anlaşılmayan, hor gözle bakılan, acınan tüm o insanlar; dün cadı diye yakılan ve bugün şifacılar olarak tanınan insanlar gibi olacak ve adları biliciler, görücüler, seziciler, uyarıcılar olarak adlandırılıp hiç görülmemiş, duyulmamış bir saygıyla onurlandırılıcaklardır. 

12 Ağustos 2021 Perşembe

Kadın ve Adam

Beni yeniden sevemez mısın? Dedi kadın.

Benim için çok tehlikeli, dedi adam.
Buna değmez mi? Dedi kadın.
Öfken çok güçlü, dedi adam.
Sustu kadın.
Beni bir kenara itersen bu sefer dayanamam, dedi adam.
Ben sadece bir kadınım bir erkekten sevgisini isteyen, dedi kadın.
Sustu adam.
Arkasını döndü ve gitti kadın.
Arkasından baktı adam.

31 Mart 2021 Çarşamba

Düşüncelerin Sana Ait Değil

Sol ayağını sağ ayağının yanına götür, dirseklerin düz, ellerin yere sağlam basıyor, gözlerin göbek deliğinde ve popon yukarı da ve aşağı bakan köpek pozisyonu. Burada iyice esne, vücudunu rahatlat, bir kaç nefes kal pozisyonda. Şimdi sırt üstü uzan. Tüm vücudun her nefeste yere konumlansın. Nefesini hisset, gözlerini kapat. Dışarıdan gelen sesleri dinle, yargılamadan sadece dinle. Düşüncelerin bırak aksın. Onları dinle, onların sana ait olmadığını kavra. Onlar seni ifade etmiyor.'

'Ney?! Nasıl yani? Düşüncelerim bana ait değil mi? O da ne demek? Sanırım bizim inancımızla çakışmıyor. Neyse!'

Şimdi ellerin ve ayakların hareketlensin ve gözlerini aç...

Bu üçüncü ders diğerlerinden daha iyi geçmişti. Nihayet alışıyordum. Sevmeye başladım. Dersleri kaçırmamaya karar verdim. Başlangıç yogasının yanı sıra kundalina yoga da hoşuma gitmişti. Derken altıncı dersin sonunda da aynı cümle geçti.

'Düşüncelerin sana ait değil'

Bu sefer üzerinde neredeyse hiç durmadım. İnancımla ters olduğuna karar vermiştim nasıl olsa. Çünkü düşüncelerimizden de sorgulanacağımızı bizzat okumuştum. Ve o zaman da buna şaşırmıştım. Öğretilene göre düşünceler faaliyete geçmedikçe sorun yoktu. Öyle olmadığını kendim öğrenince anlamıştım. Derken garip bir şey oldu. 

Gömleğimin uç kısmına işlediğim fil deseninin içindeki çiçeklere başlamıştım. Pembenin tonuyla çevresini çizdiğim çiçeğin içini mor tonda doldurmaya karar verirken aklımdan o gün psikologa gidecek olan yıllanmış arkadaşım Vildan geldi. Ve ne olduysa o an yine zihnimde bir şey belirdi. 

'Düşüncelerinden utanmana gerek yok', diye seslendim içimden ona. Derken,

'Düşüncelerin sana ait değil' cümlesi anlam buldu.

Sanki Amerika'yı yeniden keşfetmiştim. Şaşkındım. Heyecanlanmıştım. Daha önce neden fark edemediğimin merakındaydım. Ve neden o an anlamıştım...

Düşünce nereden geliyordu? Nasıl üretiliyordu? Atomlardan mı oluşurdu? Sevginin tarifi gibi miydi yoksa hormonal bir durum sonucu muydu?

Düşünce, düşünmek kelimesinin kökünün düşten geldiği yazıyordu sözlüklerde. Düş ise gerçek olmayan ama olmuş yada varmışçasına bellekte tasarlanan şey olarak ifade edilmişti. Hayal kurmak yani... Rüya gibi... Metafizik (fizik bilimlerinin ötesinde)  de diyebilir miyiz? Kısacası kelime, sorduğum soruların cevabını verebilecek bir bilim dalına henüz sahip değil anladığım kadarıyla. Ben bu sorularla cebelleşirken Çılgınım,

'Ooo bakıyorum da boynundan büyük işlere girişmişsin', diyerek o koca burnunu işime sokmakta gecikmedi.

İstem dışı yüzümü buruşturdum.

'Sen niye nakışınla uğraşmıyorsun?'

'Peki sen neden biraz kaybol muyorsun?'

'Hadi ama bensiz yapamazsın sen.Şimdi naz mı çekiyorsun?'

Derinden bir ah çektim haliyle. Didişmenin bir anlamı yoktu. Doğruca konuya girdim.

'Nasıl düşündüğümüzü anlamaya çalışıyordum ve yogadaki şu düşüncelerin bize ait olmama meselesini. Sence beyin bu konuda işin neresinde?'

'Beynin sırları programını hatırlıyor musun? Nörolog ve sihirbaz beynin işleyişini her programda farklı şekillerde göstermeye çalışıyordu.'

'Evet'

'Ve her seferinde beynine ne kadar az güvenmen gerektiği ortaya çıkıyordu. Beynin ne kadar çabuk yanılabileceği... Tam bir aptal!'

'Fazla abartmadın mı?'

'Öğrendiği bir şeye o kadar sadık ki sonrasında onu yıkmak neredeyse imkansız oluyor. Tabular kralı resmen.'

'Yani?'

'Yani, beyin düşünme potansiyeline ne kadar sahip bilemiyorum. Hatırlasana soğan yedirdikleri deneklere elma yediklerini zannettirdiler. Şaka gibi!'

'Biliyor musun şu an seninle aynı fikirdeyim. Yarım saat önce olsaydı dediklerine katılmazdım ama nasıl oldu bilmiyorum şu an çok farklı düşünüyorum ya da algılıyorum ya da tercih ediyorum diyelim.'

'Hm, anlat bakalım'.

Bir an için nasıl anlatsam, nereden başlasam bilemedim.

'Bilmiyorum aslında. Vahiy iner gibi bir durum. Bak şu an bu cümle de aslında daha bir anlamlandı. Vahiy, düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından peygambere iletilmesi. Ama bence hepimize iletiliyor. Bu tabi ki inanç üzerine bir kavram. Ama bunun üzerine anti tez üretecek bir ispat da yok görüldüğü üzere. Şu an istediğim gibi inanmakta serbestim bence.

Düşüncenin bize ait olmadığı cümlesindeki aitlik kısmı bana en temel inançsal bilgiyi hatırlattı. Her şeyi Yaratan... Her şeyi... Tek Yaratıcı... Her şey ve Tek! Bunu düşünürken birden mitolojiye zıpladım. İlham perisi dokuz kardeş olan Musalar. O dönemin insanları bir şekilde benim inancımla paralel düşünerek kendisine düşüncelerin iletildiğine inanmış. Farkı ise kaynağı. Ben her şeyin kaynağını tek Yaratanda bulurken onlar farklı adlar vermiş. Tek Yaratan... Beyaz ışığın içinde tüm renklerin olması gibi, atomlardan organlara, kemiklerden damarlara komplike bir sistemin birleşerek tek bir insanı oluşturması gibi, bigbang denilen tek bir noktadan patlamayla koca bir evrenin oluşması gibi... Tek kaynaktan oluşan bir sistem. Kısacası Tek kaynak, Tek Yaratan, her şeyi Yaratan... Dolayısıyla ben bir şeyi yaratamıyorum ki zaten. Diğer her şeyi olduğu gibi düşünceleri de ben yaratamam bu durumda. Peki ben ne yapabilirim? Mavi hap mı kırmızı hap mı Leo? Seçimler ve sorumlulukları. Sana inen sonsuz düşünce arasında seçimlerinle yönlendirdiğin bir yaşam. Dışa vurmasan bile seni içten içe çürüten ya da iyileştiren fikirler. Sana ait olmayan bir düşünceye saplanıp kalmak. Oysa ki isteyip istememek sana bağlıyken. Beğenmiyorsan kaldırıp atacakken ona sahiplenip kendinin sanmak ve ruhunla bağdaşmayan bu bağlılığın yarattığı buhranlar. Sana uymayan düşüncelerin utancını omuzlarına yüklemek...Suçlamalar, kendinden nefret etmeler, değersizlikler ya da tersi böbürlenme, kendini özel zannetme, yüceltmeler...Öyleyse düşüncelerinden de yargılanman çok normal. Ruhunu kirlettiği için veya iyileştirdiği için. Görünmeyen bu enerji bedeninde ve hareketlerinde, davranış biçimlerinde kendini gösteriyor.'

'Peki neden birisi olumlu düşünceyi seçerken bir diğeri olumsuzu tercih ediyor bu durumda? Neden psikopatlar ve caniler var?'

'Psikopatlık ve canilik kısmına cevap verecek düzeyde değilim belki ama kendimce diğerini yanıtlayabilirim sanırım. Çocukken büyük oranda masum olmamızın nedeni ruhumuzun kabul ettiği ruhumuzla uyuşan düşünceleri seçiyor olmamız. Ne zaman ki tersini yapmaya başlıyoruz sorunlar baş gösteriyor. Bir süre sonra da alışkanlığa dönüşüp, güvenli alan haline geliyor. Beyin artık öğrendiği ve kanıksadığı bu durumu normalleştiriyor. Bir bonsai ağacının kendi doğal halini hep öyle garip şekillerde ve minicik zannetmesi, bir çok ritüellerin olmazsa olmaz kabul edilmesi, gelenekler, hayat şekilleri, konuşma tarzları, moda, güzellik, sanat... Örnekleri uzat uzatabildiğin kadar. Hepsi ama hepsi sonsuz düşüncelerin lego parçaları gibi birleştirilip kendi oyuncaklarımızı oluşturmamızdan ibaret. Kelimeleri birleştirip koca kitapları, çeşitli öyküleri, belgeleri oluşturuyoruz. Sayılarla oynayıp formüller üretip, kurallar koyup sonra yıkıyoruz. Yap boz, yap ve boz. Tek yaptığımız bu değil mi? 

Soruna gelecek olursam, neden kimi insan kimi insandan daha pozitif veya negatif düşünüyor? Seçim yapıyoruz, tek yapabildiğimiz şey. İstiyoruz ki yine tek yapabildiğimiz durum. İsteklerimiz doğrultusunda mevcudiyetimizde bulunan ego, kibir, gurur, ön yargı, nefis vs. bir sürü duyguyla rekabete giriyoruz. Bize öğretilenler doğrultusunda da ilk başta belki de kendimizin bile olmayan seçimlerle yönlendiriliyoruz. Bunu yapmalısın, böyle giyinmelisin, öyle yememelisin, düşünmemelisin.. Sonrasında da buna alışan beyin doğru kabul ettiği bu kavramların dışına çıkmak için bir sürü efor sarf ediyor ve kas yaparken acı çekmemize benzer bir durum yeni bilgiler öğrenirken de beynimizde yaşanıyor. Acının bize zarar verdiğini gören beyin de bizi korumak için acıdan kaçınıyor. Sen de bir sigara içiyorsun, iki bağırıyorsun, sinemaya gidiyorsun, dedikodu yapıyorsun, içkiydi, yemekti, spordu, oydu, buydu derken meseleyi derinlere gömüyorsun. Haliyle sana gelen benzer düşünceleri itmeye başlıyorsun, belki kapıyı kilitliyorsun. Ne var ki senin acı denilen bu kavramla belki de içindeki irini atacakken atmayıp içinde saklaman da aslında sana zarar veriyor. Şu anki bazı kişisel gelişim kitaplarında ve psikolojide buna alt beyinde, bilinç altında birikme deniliyor. Basit bir örnekle bir insan neden birinin bakışını hakaret olarak algılar? Bu negatif bir düşüncedir. Neden böyle düşünür? O esnada devreye egosu ve gururu girer. Çünkü kendisine kimsenin öyle bakamayacağını, eleştiremeyeceğini düşünür. Sebebi de aslında içten içe kendisinin bile çok gerilere attığı değersizlik hissidir. Kendine güveni yoktur ve bunu saklamak için egoya, kibire, gurura, saygıya ihtiyacı vardır. Bunlar içinde hissedemediği ışığın yerini tutan suni ışıklar oluşturur kendine. Her davranışımızın altında aslında böyle temel kavramlar vardır ama biz onu katmanlarla örteriz; utanma duygusundan. Ve kendimize bile itiraf edemeyiz. Neredeyse unuturuz, unutmak isteriz. Bu yüzden yanlış yaptığımızı duymak istemeyiz, ilgi çekmek için çeşitli yöntemler geliştiririz ya da yalnızlığımıza sarılırız. Jung'un bu konudaki arketip meselesi bence durumu açıklar. Karakterimiz olgunlaşana kadar ya saldırgan ya da çekinik roller üstlendiğimizden bahseder. Savaş ya da kaç!

Pozitif düşünmeyi öğrenmiş biri ise tersine negatif düşüncelerin ona verdiği zarardan kaçmayı başarır ve çoğu zaman bu durum kazıklanmasına, sırtından bıçaklanmasına, dalgaya alınmasına, vurdum duymaz diye adlandırılmasına neden olur. Ama bunları önemsemez. Nasıl başlarsan öyle gider sözü doğrudur belki de. Maneviyatla uğraşan kişilere bakınca pozitif düşünce eğiliminde oldukları görülür. Egosuz, gurursuz... İçlerindeki ışığın farkındadırlar sanki. Bir başkası olmaya ihtiyaçları yoktur. Neredeyse hiç sorunları yok gibidir. Fakat bence onlar daha çok savaş halindedir. Negatif düşünceye meyledenler çeşitli duyguların esaretinde olup, mevcut düzene kendini bırakırken, diğerleri yağmur gibi inen sonsuz düşünce arasından ayıklama yapıp doğru kompozisyonu oluşturmak, duygularına yenilmemek için uğraş verir.  En güzel müziği oluşturmak, en iyi romanı yazmak, en iyi remi yapmak, en iyi binayı çizmek... Hepsinin yöntemi aynı değil midir? Fazlalıklardan kurtulmak, estetiği yakalamak, her kullanılan aracın amaca en doğru şekilde hizmet vermesi. Bitmek bilmez bir savaş!  Belki de acıya üvey evlat muamelesi yapmadan onun da kendi dönüşümüne izin vermek. Düşünceleri tabu haline getirmeden, sana ait olmadığını bilerek önünden akıp gitmesini izlemek. İşine yarayanı kullanmak. 

Sonuç olarak düşünceler de birer araçtır. Amacımız her ne ise amaca giden yolda kullandığımız materyal... Baktıkça, dinledikçe, tattıkça, dokundukça, inceledikçe, gözlemledikçe öğrendiklerimizle düşüncelerimiz doğumdan ölüme değişir durur. Onlara saplanıp kalmamız ne kadar doğru olabilir ki!'

Çılgınım sanırım uykuya daldı. Hiç ses yok. Bu kadar düşünce şimdilik yeter. Kim bilir yarın başka bir düşünce düşer aklımın bir köşesine ve ben oynar dururum onunla gönlüme göre...

20 Şubat 2021 Cumartesi

Bir Küçük İlham

Çin'de bulunan Terracota savaşçıları ile ilgili belgeseli seyrederken aklıma ilginç bir düşünce gelir gibi oldu ama tam net değildi. Bulanık, henüz olgunlaşmamış, rüyayı anımsamaya çalışır gibi bir histi. Hemen derinlerde saklambaç oynayan Çılgınıma sesleniverdim.

'Hey! Neredesin? Bak ne geldi aklıma!'

'Senin aklına ne gelebilir!' diye güldü benimki. 

'Hep sen mi en olmadık zamanlarda beni rahatsız edeceksin? Bu sefer de sen beni dinle bakalım'.

'Kesin yarım yamalak bir şeydir ama söyle bakalım. Anlaşılan tamamlamamı bekliyorsun'. 

'Şu Terracota savaşçılarının hayret verici benzersiz özelliklerine şaşırıyor arkeolog. Her birinin kulakları bile birbirinden farksızmış. Ne yalan söyleyeyim içimden acaba taşa mı dönüştüler diye mucizevi bir olay düşünmedim değil. Sonra kırık olanların içine baktıklarında ustaların onları elle nasıl şekillendirdikleri anlaşıldı. Gene de böylesine detaylı bir yapım hayret uyandırıcı. Bence her bir askerin modellemesi yapılmış olmalı. Neyse konu bu değil. Bir anda, 'iyi de bu insanların kendi zamanlarında hiçbir değeri yoktu. Harcanacak askerler, kölelerdi. Derken bu durumu anımsatan resimleri düşündüm. Birçok ünlü ressamın çizdikleri; mesela yoksul insanları, dilencileri, hizmetçileri, hastaları, normal patates yiyenleri vs. vs. Yaşamda çoğunluğun yan dönüp bakmayacağı nice durumların sanata dönüştükten sonra bedel ölçülemez hale gelişini... Sebebi neydi ki? Değerli olan yapılan iş miydi ama neden? Çoğu zaman yapan sanatçı bile değersizdi ölene kadar. Diyelim ki yapılan iş değerli. Fakat alındığı modelden daha mı güzel? Daha mı detaylı? Daha mı renkli? Dahası ne? Daha olan, fazla olan, ona bedel katan neydi? Terracota savaşçılarını yapan, yanlarındaki eşsiz silahları nasıl yaptığı bulunmaya çalışılan o sanatçının, zanaatkarın bugün değerli olması nedendi? O gün değil de neden bugün! Bugün de aslında aynı. Baktığın bir manzaranın fotoğrafı kendisinden daha değerli. Kestiğin ağaçların nakışla işlenmiş hali, altında ezdiğin çiçeğin kurusu...' Bunları düşünürken beni esas gıdıklayan his bir görünüp bir kayboluyor. Tam sözcüklere dökülmüyor. Yine de bir kıyısından yakaladığım, bu şimdilik esrarengiz olan düşünceyi anlatmaya çalışacağım. İnsanoğlu dünyada doğdu, burada varlığını sürdürüyor. Burada yaratıldı, buraya gönderildi, artık ne demek istersen. Yaşadığımız türlü türlü anın tarihe dönüşmesiyle bir değer kazanıyor, yaşarken değil de bittiğinde, yazıldığında, okunduğunda. Yaralanan birinin adrenalin salgısı yüzünden acısını hemen fark edemeyip bir süre sonra fark etmesi gibi sanki. Şu an zihnimde yakaladığım durum 'biz mi değerliyiz, yoksa yaptıklarımız mı?' sorusu. Yine de gerilerde başka konular var gibi hissediyorum. 

Biz oluştuk, yapıldık, öyle ya da böyle. Biz bir sanat eseri konumunda mıyız, biz bir resim miyiz? Burada bir tıkanıklık var. Açamıyorum. Ne dersin?' diye sordum şimdiye kadar sözümü ilginç bir şekilde kesmeden sabırla dinleyen Çılgınıma. Onun ilgisini çekmek zordur bilirim. Öyle her kafana estiği soruyu soramazsın, tenezzül etmez. Ondan bir ses gelmesini beklerken aklımdaki soru buydu işte. Tenezzül edilecek bir düşünce mi belirtmiştim yoksa öylesine bir zırvalık mıydı söylediklerim...

Çok da uzun olmayan bir sessizlik anından sonra konuştu zat-ı şahaneleri,

'Seninle dalga geçmeyeceğim. Ne var ki bunun cevabı tam olarak verilemez diye düşünüyorum. Dediğin gibi bu bir düşünce, bir değer yargısı, elle, gözle gözlemleyemezsin. İnsanların kişisel değerlendirmeleri söz konusu. Bir felsefe bu. Felsefede inanç vardır; düşünenin inancı, kendi bilgileri, kendi gözlemleri, kendi değerleri. Düşünenin gördüğü gibi görmesini bekleyemezsin bir başkası için. Felsefesini savunana göre apaçık olan kavram, muhatabı için kapkaranlık olabilir. Hele ki en son söylediğin düşünceler tamamen inanç sistemine giriyor gibi. Sen diyorsun ki yaratılan insanoğlu bir sanat eseri olduğu için mi değerli? Peki diyelim ki böyle. O zaman demez misin ki insanoğlu neyin sanat eseri yani prototipi yani ilk örneği ne, kim?'

O susunca, ben de sustum. Tam demek istediğim bu muydu? Zihnime bir anlık ziyarette bulunan fikir bu muydu? Bilmiyordum. Bilmeme yetecek bilgiye sahip değildim. Buna rağmen kendimi sormaktan alıkoyamıyordum, ' değersiz bir şey ne oluyordu da değer kazanıyordu! Ve kendisi de yapmıyordu bunu. Kendine değersizlik yükleyenlerdi tüm kararları veren. Bir nevi gölgeye aşktı bu. Kendisine tahammül edemediğin varlığın gölgesine, suretine tapınmak. Körün ölüp badem gözlü olmasına benzer bir durum. Şiirin doğması da bundan mıydı? Tahammülsüzlüğü tahammül edilir kılmak için mi? Savaşın hiçbir romantizmi yokken, yaşanırken sonsuz acılar yaşatırken, sonrasında efsaneleşmesi, kutsallaşması ve daha nice anlamlar kazanması... Evet şimdi düşünüyorum da barışa methiyeler dizilmez genelde, mutluluğa, sevgiye, iyi olana. Varsa da zıttı kadar yok. Daha doğrusu onlar tahammül edilemeyen kavramlar değil. Ne demiştim ben; tahammülsüzlüğü tahammül edilir kılmak! Zihnimde benze bir düşünce var. Aklıma Mozart'ın döneminde onun kişiliğindense yaptıklarının sevilmesi. Öyle bir kişilikten çıkan eserler! Kişilik yapıtını etkiliyor mu? Bu durum bilim adamları için de geçerli değil mi? Tesla'nın kişiliği ve eserleri... 

Burada bırakmak iyi olacak düşüncesiyle beni bekleyen Çılgınıma,

'Bilmiyorum. Sadece aklıma geldi işte. O kadar.'

'İyi konu ama', dedi. 'Yine de kendi girdabını doğurur. Çıkış olur mu ben de bilmiyorum.'

'Neyse boş ver. Yemek yapmam lazım. Hadi sen de git başımdan', diye geri kovaladım onu. Başım ağrımıştı. Minicik bir ilham geldiği gibi terk etti beni. Ben de daha fazla üstelemedim. Belki henüz vakti değildi...

18 Şubat 2021 Perşembe

SIR

 Lavaboyu temizlerken, zihninin derinliklerinde şekerleme yapan çılgını sordu ona,

'Neden düzenli temizlik yapmazsın ki! Her zaman tertemiz olacakken kirli halini görmeye bayılıyor gibisin.'

'Sanki huyumu bilmiyorsun. Her seferinde plan yapsam da uygulayamıyorum işte. İçimden gelmiyor. Sonra nedenini bilmediğim ani bir dürtü, hiç olmadık bir zamanda olsa bile beni ertelediğim o işi yapmaya zorluyor. Hem de neredeyse ışık hızında olup bitiyor bu istek. O an yaptım yaptım. Yoksa araya girecek kısacık bir an ile -bir nefes bile olsa- geri gidiyor o kuvvetli his', diye cevap verdi Çılgını'na.

'Garip ama nedenini şu an hissettim galiba', dedi Çılgını. ' Sen temizliğin gerçek zevkini almak için yeterince kirlenmeyi bekliyorsun'.

'Ne!?' diye afalladı Çılgınının bu çıkarımına.

'Evet, evet kesinikle şu an düşününce oturuyor bazı şeyler aslında. Neden deli bir at gibi koştururken, yaptığın işe sanki hiç vazgeçmeyecek bir aşkla sarılırken, bir anda tembel bir kaplumbağaya dönüşüp bir daha eline hiç almayacakmışsın gibi davrandığını anlar gibiyim. Sen her işte aşkı ve tutkuyu dibine kadar hissetmek istiyorsun'.

Dudaklarında zorla tuttuğu kıkırdamalar ani bir kahkaha çığlığına büründü Çılgınının bu son yorumu karşısında. Nefesi kesilene kadar güldü, gözünden yaş gelene kadar güldü. Kendisiyle alay edilen Çılgın bu durumu hazmedemeyerek,

'Kafasızsın sen zaten. Anlamamana şaşırmadım. Ben de olmasam ne işe yararsın sen. Budala!' diye hıncını ondan çıkartmaya çalıştıysa da devam eden tepki karşısında başarılı olamadı. Baktı ki olmayacak, sakin bir şekilde,

'Bak! Buraya nereden geldiysek oraya gidelim madem. Sen neden düzenli aralıklarla daha doğrusu daha kısa aralıklarla temizlik yapmıyorsun? Neden artık iş zıvanadan çıkmak üzereyken hatta belki çıkmışken işe koyuluyorsun? Sen, hep tembel olduğunu düşündün şimdiye kadar. Eğer bir misafir gelecek olup da seni harekete geçirmeyecekse, kendini mecbur hissettiğin tek durum, artık ona katlanamayacak bir hale gelmen oldu. Yine düşün! Temizlik yaptıktan sonra ne kadar mutlu olduğunu bir düşün. Duyduğun o haz nasıl da seni arınmışlık hissine sokuyor, seni nasıl rahatlatıyor. Kirlenmeyen biri temiz olmanın verdiği hissi nasıl bilecek! Tıpkı, tok olanın aç olmayı, zengin olanın fakir olmayı, bilgisiz olanın bilgili olmayı, merhametsiz olanın merhametli olmayı -daha birçok örnekle sıralayabileceğimiz gibi- bilemeyeceği ya da bildiğini zannettiği gibi. Ne kadar açsan yediğin her şey o kadar lezzetlidir. Sürekli yersen aç kalmazsın. Aç kalmayınca, yediğin her şey sıradanlaşır, önemini yitirir, hazzı kaybolur, kıymeti kalmaz. Bir süre sonra da değerli olan, senin hayatta kalmanı sağlayan o yiyeceğe karşı kibirli olmaya başlarsın. Sanki o sana muhtaç ve sen ona lütfediyor olursun. Neye sahipsen ve sahip olduğun o şey hayatında hep yanındaysa sonuç aynı olur. Sen ise bu sonuca ulaşmamak için araya mesafe koyuyor, kendi kendine bir özlem doğuruyor, onun öneminin kaybolmamasını sağlıyorsun. Amacın bir şeyi tamamlamaktan ziyade onu olabildiğince uzun ve bu duygular ışığında yaşayabilmek. Bütün konularda yaptığın tamı tamına bu. Öğrenmeye çalıştığın dili senelerdir öğreniyorsun ve hala konuşacak duruma gelmedin. Konuşmaya başladığın an o dil artık gizemini yitirecek ve senin olacak çünkü. Hala oturup da küçük bir öykü bile yazmadın. Yazdığında onun seni terk etmesinden korkuyorsun çünkü. Duygulara hükmettiğin an, onların gizemine sığınamayacaksın ve onlar basitleşmiş olacak. İstediğin o nakışı bitiremedin mesela. Bitirince yapmış olacaksın ve sorumluluklar başlayacak, artık özgür olamayacak, başkalarının isteklerinin esiri haline geleceksin. Beklentiler senin tutkularını, haz duygunu öldürecek. Düşün! Sen bir şeyi tam yapmak için hazırlandığında, tam da o anda o şeyi senden istediklerinde ne kadar sinirlendiğini hatırla. Halbuki sen kendin yapacakken gayet mutluluk verecek olan aynı iş, bir başkası tarafından istendiğinde nasıl da eziyet veriyor. Sen yarım kalmamışsın, bile isteye kendini yarım bırakmışsın ve sadece özgür olabilmek için yapmışsın bunu. Kimseye boyun eğmemek için, istekleri altında ezilmemek için'. 

Nefes nefese konuşan Çılgın o anda durdu birden. Birkaç nefes aldı ve neredeyse duyulmayan bir ses tonuyla,

'Hm, o kadar da Budala değilmişsin anlaşılan. Sadece kimseler bulamasın diye çok derinlere saklamışsın bu sırrı, ta ki kendin de bulamayana dek', diye cümlesini bitirirken uzun bir süre bu düşünceye dalıp sessizleşti. Tezini biraz daha mayalamak istiyordu.

'Budala mıyım, değil miyim bilmiyorum ama sen gerçek bir çılgınsın', dedi başını iki yana sakince sallayarak. Dudağını büküp, sol kaşını kaldırdı ve elindeki beze baktı bir an. Sonra derin bir nefes alarak lavaboyu temizlemeye devam etti.

5 Şubat 2021 Cuma

Güç Kölesi

Gücün kimde olduğu meselesi belki de dünyadaki en önemli mesele olabir. Bir tarafta vicdanı körelmiş kişi, diğer yanda içindeki sesi hala dinleyebilecek kulaklara sahip biri... 

2 Şubat 2021 Salı

Anne Oldum

Dün yarımdım ne oldu

Bugün tam mı oldum?

Dün bihaber iken bilinmezden

Bugün bilir mi oldum?

Neydi eksikleri tamamlayan,

Bir garip rüya sanki.

Gerçek mi yalan mı düş mü bilmem 

Ne ara anne oldum?

15 Ocak 2021 Cuma

Hak etme Mevzusu

 Dua çiçeğine su veriyordum, kabın dibinde az miktar su kalınca gözüm üç orkideye kaydı; ikisi senelerdir çiçek açmayan, biriyse senede iki kez çiçek açan orkidelere. Tomurcuklanmış, hatta bir tomurcuğu çiçek açmış olan orkideye verdim suyu doğal olarak. 

'Sen hak ediyorsun', dedim içimden. Derken içimdeki cümbüş başladı yine. 

'Neden o hak ediyor?' diye sordu bana zihnime yerleşip daimi misafirim olan çılgınım. 

'Çünkü ihtiyacı var', dedim. 

Evet, diğerlerinden daha çok ihtiyacı vardı suya. Çiçek üretmek fazladan enerji demekti. Daha fazla su ihtiyacı. 

'Hak etmek, ihtiyaç yani', dedi beriki. 

'Şu durumda, Evet', dedim. 'İhtiyacın olunca hak ediyorsun'. 

'İyi de diğerlerinin çiçeği olmasa da suya ihtiyacı var', diye karşı çıktı benimki. 

'Yok demedim ki!' dedim. Fakat elimdeki suyu diğerlerine vereceğime şu an fazladan uğraşan çiçek için kullandım', dedim ve lafım ağzımda yakalandı. 

Fazladan...fazladan... ne diyeceği kafasında tam da olgunlaşmayan başımın belası, aynı kelimeyi tekrarlayıp durdu. Sonra, 

'Fazladan uğraştığı için fazladan su, diye mırıldandı. Fazladan değil aslında', dedi. Gerektiği kadar. Bu çiçek doğada olsaydı eğer, önce kök gelişimini tamamlayacak, kökleri iyice gelişip derinleşince sıra çiçek vermeye gelecekti ve kökleriyle gidebildiği kadar gidip suyu alacaktı. Bir bitki kökler gelişmeden çiçek veremez ve çiçek vermişse buna artık hazır demektir. Dolayısıyla çiçeği hak etmiş demektir. Tutup da kök gelişimini tamamlamamış bitkiye çiçekli bitki kadar su vermeye kalkarsan bu su onu boğar ve çürütür. Seviyorum derken öldürürsün.'

Onun dediklerini dinlerken bir yandan başımı kaşıdım. 

'Evet, fazladan olmuyor, haklısın', diye karşılık verdim. 

'Yaptığın şeyin karşılığı, hak etmek. Hak etmek tamamen senin gösterdiğin performansla ilgili. Bir eylem! Ne ekersen onu biçersin misali yani. Hm, böyle olunca yaptıklarımın karşılığına dönüyor iş ve iş burada iyice derinleşiyor. Öyleyse neyi hak ettim ve neyi hak etmedim konusu aslında biraz daha net gibi. Bana ne fazla verildi de zehirlendim veya neyi eksik yaptım...', ve benzeri zincirleme devam eden bir çok meseleyi mırıl mırıl hiç susmadan, nefes almadan, bir çağlayan olup aktı içime. Fikirlerini çılgınca devam ettirdi beynimin içini yiye yiye.