12 Aralık 2015 Cumartesi

Düşün'ce...

***
Karşısındaki gencin, hayata sanki her şeye itiraz etmek için gelmiş olan tavırlarına anlam veremedi; cıvıltılarıyla etrafına ışıltı saçan küçük kız. Soran bakışlarla, gözlerini dedesine çevirdi. Dedesinin yüzünde sakin, anlayışlı, vakur bir ifade vardı. O bu durumu kendisi kadar garipsemiyordu. Dedesi, derin bir iç çekti. Yüzündeki mimiklerde bir gülme belirtisi olmamasına rağmen, yine de tebessüm ediyor gibiydi. Yıllara meydan okuyan bedeninden savrulan enerji, yaşlı görüntüsüne bir saygınlık kazandırmıştı. Küçük kız merakla dedesinin ne diyeceğini bekledi. Ölüm sessizliğine bürünmüş gibi duran dedesi bir anda,

'Şu yaşlılara bak! Neden susuyorlar biliyor musun?' dedi.

Dedesinin gençle ilgili konuşacağını sanan küçük kız şaşkın bir şekilde,

'Neden?' diye sordu.

'Bilindik bir söz vardır; boş teneke çok ses çıkarır, diye. İşte o ihtiyarların içi hayatın yaşanmışlıklarıyla dolu; acıyla, sevinçle, pişmanlıklarla, ihanetlerle, kayıplarla, kazançlarla... Gençlerin ise tenekenin içi ilk başta nasıl havayla doluysa, öyle hayallerle dolu. Hayalleri hayatla yer değiştirdikçe dolacaklar ve bizler gibi daha çok dinlemeye başlayacaklar', dedi.

Küçük kızın sevimli yüzünü iki eli arasına alan dedesi onu alnından öptü. Onun söylenenleri anlamayacak kadar küçük olduğunun farkındaydı. Bir an önce arkadaşlarıyla oyun oynamaya gitmek için acele eden küçük kıza,

'İnsanları tanımak için acele etme. Tanıdıkça, herkesin yalnız kendi işine göre hareket ettiğini göreceksin', dedi ve küçük kızın cıvıldaması için ellerinden uçup gitmesine izin verdi.


***
Kavga nihayet patlak verdiğinde, eşi gitmek için arkasını döndü. Karısının saçmalıklarıyla uğraşmaya niyeti yoktu. Adımını atmıştı ki kadın,

' Senin duymaya tahammül edemediklerini, ben yaşıyorum' diyerek adamı olduğu yere mıhladı.


***
'Çocuklar!' dedi, 'Çocuklar!'

'Onlar; ölümün karşısında yaşamın bir çare bulması gibi, mutluluğu mutlaka bulurlar. Tükendiğinde, kaybolduğunda onları izle. Seni doğru yola tekrar çıkarırlar.'


***
Kitabın her bir satırını; kollarını jiletle çizenler gibi kanatarak çizmişti. Damlalar aktıkça yüreği ferahlıyor, rahatlıyor, en garibi de hafifliyordu.


***
Yazar olmak için sorunlu bir psikopat olmalıydın. Öfkeli olmalıydın. Hüzünlü ve içe kapanık olmalıydın. Hiç biri mi yok? En azından ukala olmalıydın. Sevmemeliydin mesela. Küçültücü bir şeydi mutluluk. Kim isterdi ki mutluluğun masalını dinlemek? Dedikodu, entrika, sorunlar, kötülük, ezilmişlik dururken; kim ne yapsındı yavan, acısız bir sevgiyi. Tüm iyi masallar tam da orada bitmez miydi? Oysa kime sorarsan mutluluğun peşinde; özenle saklayarak, itip kakarak kaybettikleri, kaçırdıkları mutluluğun. Aradıkları şey karşılarına çıktığındaysa tanımıyordu kimse. Şiirlerle karıştırıyorlardı onu. Sevgi, mitolojik bir dönüşüm geçirmişti; o kadar yabancı ve uzak diyarlara ait olmuştu kısaca...

17 Eylül 2015 Perşembe

Küçük Kız

KÜÇÜK KIZ, SAKLAMBAÇ VE GELİNLİK

Küçük kız, bir metre on santimlik boyuyla kahverengi, formika dolabın önünde duruyordu. Ellerini kaygan olan kapağın yüzeyinde gezdirdi. Sonra düşünceli düşünceli sağ işaret parmağını çenesine koyup, dolabın yüksekliğini hesaplayabilmek için yukarı doğru baktı.
‘Hım’, dedi sanki bir şeylere karar veriyormuş gibi. Biraz daha düşündükten sonra yüzünü buruşturup, sabahtan beri annesinin toplamasına izin vermediği karmakarışık olan saçlarını karıştırmaya başladı. Belli ki kararından memnun değildi. Kafasını önüne eğip, iki elini arkada birleştirerek, yatak ile dolap arasındaki daracık alanda volta atmaya başladı. Ufladı, pufladı; bir ileri bir geri yürüdü durdu. Bir türlü ne yapacağına karar veremedi. Bir kez daha başını kaşıyıp dolabın önünde durdu.
Nerdeyse baş hizasının olduğu yerde, dolabın demir anahtarı vardı. Eliyle kuvvetlice ona bastırdı. Bir taraftan da,
‘Beni taşır mı?’ diye söylendi. Bir ‘of!’ daha çekti ve nihayet kararını verdi. Dolabın tepesine tırmanacaktı.
Ayakuçlarında sessizce yürüyerek yatak odasından çıkıp, misafir odasına, oradan da salondan geçerek mutfağa yöneldi. Mutfak kapısından başını uzattı. Annesi sabah kahvaltısından çıkan bulaşıkları elleriyle yıkıyordu. Henüz durulamaya geçmemişti. Bu da tırmanmak için zamanının olduğunu gösteriyordu. Açık olan radyo sayesinde annesi gürültüyü de fark etmeyecekti. Tekrar aynı güzergâhı izleyip yatak odasına geçerken dikkatini; misafir odasının penceresinden gözüken ve geçen hafta üstünden düştüğü dut ağacı çekti. Bir anda heyecanlanıp incittiği omzunu tutan küçük kız, tırnaklarını yemeye başladı. Çünkü düştükten sonra annesi,
‘Bir daha hiçbir yere çıkmanı istemiyorum. Doymadın mı düşmeye?’ diye en sevdiği şey olan tırmanmaktan onu mahrum etmişti.
Kadıncağız çok da haksız sayılmazdı. Küçük kızın hemen hemen her yerinde yara bere izleri vardı. Bir ay kadar önce de babaannesinin yanında kalırken kömürlüğün çatısına çıkmış ve oradan kayısı ağacına ulaşmaya çalışmıştı. Fakat uca doğru fazla yaklaşınca, kırık olan kiremit ayağının altından kaymış ve ikisi birlikte aşağıya düşmüştü. Üstelik başka bir kiremit de tam karnına düşerek parçalanmıştı. Onun öncesinde ise, babaannesinde kaldığı başka bir gün erik ağacından ve yine başka bir gün badem ağacından düşmüştü. Bu düşüşler hiç bitmiyordu.
Aslında ağaca normal bir şekilde tırmansa belki de düşmeyecekti küçük kız. Fakat en olmadık dallara ulaşmak için şansını fazla zorlayınca işler sarpa sarıyordu. Nedenini kendi de bilmiyordu ama diğerlerinin çıkamadığı dallara çıkmak onu mutlu ediyordu. Üstelik o alelade dallara yüz vermeyip küçümsüyor ve onları beğenmiyordu.
‘Aman, onlara herkes çıkar’, diyerek burun kıvırıyordu.
Annesi, son seferinde küçük kıza fena çıkışmış ve geçirdiği sinir krizinden ne dediğini bilmeyerek,
‘Bir ay sonra artık okullu olacaksın. Eğer düşüp bir yerlerini kırarsan, üstüne bir de ben bacaklarını kırarım senin. Nasıl kız çocuğusun sen?’ diye onu tehdit etmişti.
Zavallı küçük kız annesinin bu tepkisine çok korkmuş ve gerçekten bacaklarını kıracağını sanmıştı. Gel gör ki içinde yanan ateş durmuyordu. Sürekli karnında bir gıdıklanma hissi vardı. Tırmanma güdüsüne engel olamıyordu.
Derin bir iç çekip, yatak ile dolap arasında duran annesinin çeyiz sandığına çıktı. Elleriyle, dolabın üstündeki yün yatağı yakaladı. Fakat çeyiz sandığı duvara dayalıydı. Anahtar olan kapağa uzaktı. Sandığın ucuna doğru gelip, sağ ayağını iyice anahtara doğru uzattı. Bacakları iyice açılıp, kaymaya başlayınca ayağını sandığa tekrar koydu. Aynı şeyi bir daha denedi. Yün yatağa sıkıca asılıp, anahtara olan yükünü azalttı. Anahtar, çeyiz sandığından daha yüksekte olduğu için; eliyle yün döşeğin üstündeki yorganı tutabildi.
Anahtar ince olduğundan, ayağı acımaya başlayan küçük kız; düşme korkusu yüzünden nefes nefese kaldı. Sıkıca yorgana yapıştı. Dolabın üstünde, yorganların bittiği yerde sadece bir metrekarelik alan boştu. Hedefi oraya çıkmaktı. Neyse ki annesi, yorganların altına battaniye sermişti. Diğer eliyle battaniyeyi yakaladı. Battaniyenin, taşıdığı yükten kayması imkânsızdı. Küçük kız, anahtarın üstünde parmağının ucunda yükselerek kendini yukarı çekti. Diğer ayağıyla da dolabın kapağından yardım aldı.
Nihayet zor bela dolabın üstüne çıkan küçük kızın mutluluğuna diyecek yoktu. Yukarıdan odayı seyretti. Hemen yan tarafından kapıya dokunabiliyordu. Eliyle kapıyı bir ileri, bir geri oynattı. Kapının arkasında annesinin kullanmadığı bir halıyı rulo şeklinde yerleştirmiş olduğunu gördü.
‘İnerken halıdan mı kaysam?’ diye düşünmeden edemedi. Tam o anın keyfini çıkarıyordu ki mutfaktan annesinin ona seslendiğini duydu. Bir anda kalbi küt küt atmaya başladı. İki elini yanaklarına götürdü. Bir an önce kaçması lazımdı. Hemen bacaklarına baktı. Yutkunduktan sonra, inmek için gözüne yatağı kestirdi. Tam ayağa kalkarken, o hızla başını tavana vurdu.
‘Ah!’ derken bir anda eliyle ağzını kapadı. Olduğu yere çömelip, iyice uca yanaştı. Ayaklarını kartal pençesi gibi kenara yapıştırdı. Tek eliyle de yandaki yorgandan sıkıca tutundu. Annesinin ikinci seslenişi üzerine aniden yatağın üzerine atladı. Demir yaylı yatak, gerilerek onu birkaç sefer olduğu yerde zıplatınca küçük kız gülmeye başladı. Fakat annesinin seslenişi daha yakından gelince paldır küldür yataktan inip dolaba saklandı. İçeri giren annesi, kızını göremeyince,
‘Nerde bu kız? Yine ne yaramazlık yapıyor?’, diye söylenerek odayı terk etti.
Heyecandan tir tir titreyen küçük kız, dolabın içindeki elbise yığınına kendini bırakıverdi. Askılıklardan sarkan kıyafetler kızın tüm bedenini sarmıştı. Bir süre sonra, niyeyse bulunduğu yerden çıkmak istemedi. Elbiselerin yumuşak dokusunun tenine değişi ve ortama sinmiş lavanta kokusu hoşuna gitmişti. İyice dibe sokulunca, kulağına değişik bir hışırtı sesi geldi. Elleriyle sesi çıkaran şeyi aramaya koyuldu. Elbisenin bir tanesi şeffaf bir naylonun içine konmuştu. Fakat loşluktan tam olarak ne olduğunu göremiyordu. Elbise yığınını yararak dolabın kapağına doğru yanaştı ve naylonun ucunu çekiştirerek görebileceği bir yere getirdi. İçinde bembeyaz bir elbise vardı. Bir tek onun böyle özel bir muamele görmesi küçük kızın ilgisini daha da çekti. Her bayram alınıp, misafirlerden önce o bitirmesin diye en köşe bucak yerlere saklanan şekerleri bile bulan küçük kız, daha önce böyle bir şeyin gözünden nasıl kaçtığına şaşırdı.
Tekrar dolaba dalan küçük kız, en dipten elbiseyi ve onun üzerindeki naylonu çıkarıp yatağın üzerine koydu. Bir anda kalbi küt küt atmaya başladı. Ağzı hafif aralanmış bir vaziyette elbiseye bakmaya devam etti.
‘Bizim evde prenses mi var?’ diye düşündü. Sürekli sağa sola tırmanmasını zorlaştıran eteklerden hoşlanmayan küçük kız, ilk kez karşısındaki gibi ellemeye bile korktuğu bir elbise giymek istedi. Elbisenin uzun tülü ve ucuna yerleştirilmiş gümüş renkli bir tutam tel ise kızı mest edip gözlerini kamaştırdı.
Derken bir anda elbisenin sahibi olan prensesin nerde saklanmış olabileceğini düşündü.
‘Hm mm, demek ki prenses çok iyi saklambaç oynuyor’, dedi iki elini de beline koyarak. Sonra dudaklarını büzüp, tek parmağıyla tombul yanağını kaşıdı ve aynı parmağını yukarı kaldırarak,
‘Ama benden kaçamaz’, diye sevinç nidası attı bilmiş bir şekilde. Hemen sağa sola bakınmaya koyuldu. Tekrar dolabın içine girip, köşe bucak karıştırdı. Yatağın altına baktı. Fakat aradığını bulamadı. İşine odaklanmış olan küçük kız annesinin odaya girdiğini bile fark etmedi. Gelinliğini yatakta görünce bir anda sinirlenen kadın, tam söylenmeye başlayacaktı ki kızının
‘Prenses, elma. Tamam, seni bulamadım’, lafı üzerine afalladı.
Küçük kız yatağın altından kafasını çıkarıp annesini görünce,
‘Anne, anne prensesi gördün mü?’ diye sordu. Ne olduğunu anlamaya çalışan kadın, şaşkın şaşkın kızına baktı. Birkaç saniye sonra ne olabileceğini anca idrak edebildi. O an hemen bu fırsatı değerlendirmeye karar verdi.
‘Kızım’, dedi ‘prensesler çok akıllı kızlardır. Öyle olmadık yerlere saklanıp, tehlikeli işler yapmazlar.’
‘O zaman prenses nerde anne?’
‘Seninle oynamaya gelmişti ama senin çok yaramaz olduğunu görünce gitti.’
Bu cevabı duyan küçük kızın kalbi çok kırıldı. Bir anda dudakları sarkıp, gözleri doldu. Masum haline dayanamayan annesi gülerek kızını yatağa oturttu ve onun tombul yanaklarından öpüp ona sıkıca sarıldı.
‘Ben çok yaramazım diye mi gitti? Bir daha gelmeyecek mi?’
‘Eğer sen de onun gibi akıllı olursan neden gelmesin? O senin gibi ağaçlara tırmanamaz ki! Bulunması zor yerlere de saklanamaz. Prensesler akıllı uslu bir şekilde evcilik oynarlar. Senin bir bebeğin bile yok. Onun canı sıkılır burada.’
Küçük kız, çok imrendiği beyaz gelinliğe baktı yeniden.
Bunu fark eden annesi kızını can evinden vurdu.
‘Böyle güzel bir elbise giymek istiyorsan sen de prensesler gibi olmalısın’.
Küçük kız bu sefer, biraz önce tepesinden atladığı dolaba baktı. Gözlerindeki ışık bir anda sönüverdi. İki işaret parmağını birbirinin üzerinde gezdirdi. Bir elbiseye, bir dolaba bakışlarını kaçırdı durdu. Sonra birden,
‘Ama anne, bazen bu elbiseyi giysem bazen de azıcık tırmansam olmaz mı?’ dedi.
‘Olmaz’ dedi annesi. ‘Hem sen yaralandıkça ben çok üzülüyorum. Başına daha ciddi bir şey gelecek diye çok korkuyorum. O yüzden elbiseyi istiyorsan dediklerimi yapmalısın ki hem prenses de seninle oynamaya gelebilsin.’
Bir iç çekti küçük kız. Ne yapacağını bilemedi. Düşündü, düşündü ve birden,

‘Ben de prensesi istemiyorum o zaman. Elbisesini de alsın gitsin’, diyerek bir hışımla, gözlerinden akan yaşları sile sile bahçeye kaçtı.

13 Haziran 2015 Cumartesi

Bana Herşey Seni Hatırlatıyor

Söğütözü metrosunu karanlıkta seçemedim. Meğer yolun karşısındaymış. Üst geçide yürürken yağmur yeniden çiselemeye başladı. 'Şanslıyım', dedim kendi kendime. Yağmurdan ıslanmayacağım. Birden yağmurun kokusu aldı beni ve renksiz, sessiz, tek düze olan bu şehirden uzaklaştırıp, ruhumu bıraktığım şehre götürdü. Biliyorum...yağmur bahane. Metroya inen merdivenler, halusilasyona neden oldu. Şehir değişti bir kere; dönemiyorum. İlk kez girdiğim bu istasyon öyle tanıdık ki! Rutubet kokan o zemin zihnime oyun oynamaya devam ediyor. "Biraz daha gecikse" diyorum içimden tren raylarının gerisindeki karanlığa bakarken. Oyun bitmesin istiyorum. Ama gümbürtüyle gelen ses, arkasından sarı bir ışığın duvardaki yansıması ve peşinden, aslında önden gelen esinti beni gerçek evrene çağırmak için aceleci.
 
Trenin içinde oturacak yer yok. İlk istasyonda binmedim çünkü. Olsun, en az yirmi dakika öndeyim. Ayakta duran takım elbiseli bir adamın yanına durdum. Nedense onu daha güvenilir buldum. Fakat burnuma içki kokusu geliyor. Tedirginlikle boşalır mı diye oturma yerlerine baktım. Yanından uzaklaşacak kadar kaba olamam ya da yapmaya gücüm yetmez. Nihayet durakta biri indi. Oturduğumda çiçek esanslı bir parfüm kokusuyla yeniden sakinleştim. Mekanik bir kadin sesi her durak öncesi, inilecek yerin ismini söylüyor. Tanıdık değil diyorum. Daha doğrusu duymak istediklerim bunlar değil. Canım sıkılıyor bir anda. Herşey, herkes beni sevdiğimden uzaklaştırmaya yeminli. Karanlıkta, tam da şu anda; kıyısındaki ışıklarla parıldayan boğazın halini düşünüyorum. En sevdiğim hali. Suyun dalgası kulağımda. Martılarin çığlıkları insan gürültüsüne karışmış. Seyyar balıkçılar kıyıda hala balik ekmek diye bağırıyor. Balık ve yosun kokusunu hasretle çekiyorum ciğerlerime. Halbuki ikisini de sevmem. Yol kenarında çiçek satan kadınlar geçiyor gözümün önünden. Bu mevsimde şakayık olmalı ellerinde. Turistlerin etrafını sarmışlardır. Mülteciler de dileniyordur kesin; bizimkiler yetmiyor gibi. Bir anda "son istasyon, koru" diyen aynı mekanik ses; yüreğimde cız ederek tüm mutlulugumu siliveriyor ve oyun bitiyor.

24 Mart 2015 Salı

BİR ‘DÜŞ’ÜNCE GEÇTİ DAMARLARIMDAN

Bazı ölümler vardır; her bir zerrenize dokunur. O ölüm, ölüm değildir aslında. Üstümüze giydiğimiz bedenin fiziki koşullar sürecindeki bitişidir; içindeki gerçek benlik yaşamaya devam eder. Bazı ölümler vardır ki, ölümsüzlüğün ispatıdır.

Geçenlerde izlediğim bir film beni yeniden, ölümsüzlük üzerine düşündürdü. Agora adlı bu filmde M.S. 5.yy da yaşamış filozof, matematikçi ve astronomi dalında bilgin bir kadın olan Hypatia’dan söz ediliyordu. Hypatia, ünlü bir matematikçi ve filozof olan Theon’un kızıydı ve babasıyla birlikte Euclid’e ait eserlerin tefsirlerini yazmıştı. Dünyanın hareket ettiğini düşünüyor, dünyanın dairesel değil de eliptik bir yörünge izlediğini ispatlamaya çalışıyordu. Filmde, babası kızının düşünmesini engelleyeceği için evlenmesi konusunda ona baskı yapmıyordu. Tarihte, sarı saçlarıyla çok güzel bir kız olarak tasvir edilen Hypatia, peşinde çok fazla taliplisi olmasına rağmen ‘ben gerçekle evliyim’ diyerek hepsini reddetmişti. Bunlardan bir tanesi de öğrencilerinden birisi olan ve ileri ki dönemlerde bulundukları İskenderiye şehrinin valisi olacak Orestes’ti. Yine filmdeki kurguya göre kölesi de kıza âşıktı. İskenderiye, Roma yönetiminin elinde ve Hıristiyanlar tarafından yönetiliyordu. Azınlık sayılan paganları, bilim ve düşünceyle uğraşan insanlar oluşturuyordu. Hypatia’nın kölesi Desus, bu dinle tanışıp ona gönlünü verdi. Dinle tanışmasını sağlayan kişi ise ateşte yürüdüğünde yanmayıp bir mucize gösteren ‘kara gömlekliler’ adıyla anılan fedailerden birisiydi. Bu keşişler, ilk başlarda sadece halkın yoksullarını doyuruyorlardı. Hıristiyanların gücü artıkça başlarında bulunan piskopos, halkı, pagan Tanrı heykellerine karşı kışkırtıp onları yağmalamaları için yüreklendirince; bu hakarete dayanamayan diğer kesim ile çatışmaya girmeleri kaçınılmaz oldu. Hıristiyan halk onları eğitim verdikleri İskenderiye Kütüphanesi’ne sığınmak zorunda bıraktı. Hypatia, kendi öğrencilerini korumak için onları çatışmaya sokmasa da onlar da sığınmak için kütüphaneye kaçtı. Nihayet duruma el koyan şehrin Valisi, hükümdarın fermanını açıkladı. Fermanda paganlar kaçmaya zorlanıyor ve kütüphanenin yeniden düzenlenmesi halka bırakılıyordu. Hypatia ve öğrencileri o çok değerli parşömenleri alıp kaçarken, kölesi halkın içine karıştı ve meşhur İskenderiye Kütüphanesi, inananlar tarafından yağmalanarak birçok eser yok edildi.

Aradan yıllar geçerken, paganların birçoğu Hıristiyan oldu. Bunların arasında Hypatia’nın öğrencileri; artık vali olan Orestes ve Cyrene Başpiskoposu Synesius da vardı. Orestes, hala güzel Hypatia’ya âşıktı ve onun görüşlerinden faydalanıyordu. Bu durum da yeni İskenderiye Başpiskoposu Cyrille’in hiç hoşuna gitmiyordu. Çünkü kadın, iktidarı ele geçirmesinde bir engeldi. Paganlar etkisiz hale getirilince bu sefer gözler Yahudilere çevrildi ve büyük kıyımlar yapılmaya başlandı. Köle Desus, sorgusuz sualsiz, gözü kara bir şekilde cinayetleri din adına gerçekleştirirken, artık Hypatia’nın yüzüne bakamaz oldu. Nihayetinde de inancını sorgulamaya başladı. Kendisine bu dini sevdiren keşişe ‘ben affedildim ama ben şimdi affedemiyorum. İsa affetmişti’, derken keşiş’ O bir peygamber. Yalnız O affedebilir. Sen ne hakla kendini onunla bir tutarsın’, diye sapkınlık aşamasına gelen fanatizmini ve yoldan çıkmışlığını gösteriyordu. Hypatia ile baş edemeyen Cyrille, nihayet herkesin bulunduğu bir toplantıda yüzyıllarca sonra insanlar tarafından yazılmış, Tanrı’nın sözleri olduğu iddia edilen kadınlarla ilgili pasajları okudu. Pasajda, kadınların artık rahatça etraflarda dolanmamaları ve seslerinin, erkeklerin seslerini bastırmamaları gerektiği yazıyordu. O an Orestes, muhatabın Hypatia olduğunu anladı ve İncil’in önünde diz çökmedi. Bu ise büyük bir karmaşaya neden olarak halkı ayaklandırdı. Desus’un affetmeyen keşişi, Vali’yi öldürmeye kalkışınca idam edildi ve Cyrille tarafından aziz olarak şehit mertebesine yükseltildi. Orestes ve Synesius, Hypatia’yı korumanın tek yolu olarak onun da Hıristiyanlığı kabul etmesi gerektiğini söyleseler de Hypatia, güç için din satın almayacağını açıkça bildirdi. Maalesef üç erkekte onu koruyamadı. ‘Biri sana vurduysa diğer yanağını da çevir’, diyen bir peygambere inandığını söyleyen fanatik keşişler, kırk beş yaşındaki Hypatia’yı, M.S. 415 yılında yakalayarak soydular ve onu parçaladılar. Etini, kemiklerinden istiridye kabuklarıyla sıyırdılar. Kendi peygamberlerine yapılan zülüm gibi, âleme ibret olsun diye din adına, kadının vücudunu sokak sokak gezdirdiler. Oysa dinsizlikle ve cadılıkla suçlanılan Hypatia, bütün dinler arasındaki benzerlikleri ve kaynaklarını açıklayan çalışmalarda bulunmuş ve ‘bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla; hepimiz kardeşiz’, diyerek Hıristiyanlar ve paganlar arasındaki tartışmalara nasıl baktığını açıklamıştı.

Bir düş, bir düşünce; kadın olsun, erkek olsun insanın bedenini bu dünyadan istenmeyecek şekillerde koparabilir. Gücün kendi denetimine girmeyen, çıkarlarını gölgeleyen düşler yok edilmek istenir. Hypatia’nın ölümü göze alması, cesaret vericidir. Beylik sözlerle ideallerimiz uğruna öleceğimizi söylerken, acaba gerçekten de başımıza geldiğinde sözünde kaç kişi durabilir? Gerçeğe göz yummadan kaç kişi direnebilir? Daha da önemlisi gerçeği kaç kişi görebilir? Büyük düşler, büyük bedeller ister. Büyük bedeller, ölümsüzlüğün kapısını aralar…


Bazı ölümler vardır; korkunç… acımasız… zalimce… Fakat bu ölümler; binlerce yıl hiç ölmez ve sesini belki de bu vahşet kisvesi altında, bu haksızlık sayesinde duyurabilir. Hypatia ile ilgili elde çok fazla kaynak olmamasına karşın; bir mezar taşına bile sahip olmamasına karşın, o şimdi bir şekilde birçoğumuzdan daha gerçek olarak yaşıyor ve yaşayacak. Üstelik gördüğü zulme karşılık büyük bir saygıyla… 

21 Şubat 2015 Cumartesi

HASTALIK NEDİR?

Hastalık; acı ve üzüntü gibi korktuğumuz, istemediğimiz, yadsıdığımız, en kötü kabuslarımızdaki gibi ecel terleri döktüren bir kara beladır. Bize boyun eğmeyi, istemesek bile sabretmeyi, susup dinlemeyi, belki de ilk kez dönüp kendimize bakmayı öğreten en acımasız öğretmendir.

Bir kırbaç gibi inerken hastalık omuzlarımıza, acıyla haykırırken yüreğimiz, kanlı gözyaşları dökerken ve kim bilir hayat biterken gerçeklerle yüzleşmek ironi midir? Hiçbir şeyin karşılıksız olmadığı bu dünyada hakikatin bedeli hastalık mıdır? İnsanoğlu şeytan kadar inatçı ve bir kaya gibi yontulması zor mudur ki, onu dize getirmek için cehennemin zehirli sularından tatmalıdır dünyada?

Alevlerle çevrelenmişken kaçıp kurtulmak kolay değildir elbet… Tenini yalarken ızdırap, düşüncelerine tecavüz etmişken çaresizlik; tahminlerin ötesinde bir güce sahip olmalıdır hasta, böylesine şiddete maruz kaldığına göre…  Bu denli acımasız bir dertle boğuşurken kavrayabilmek ölümü; ölümün perdesiyle yüzleşmek, yaldızlarla kaplanmış ve gözlerini boyamış tüm yalanların silindiğini görebilmek ne büyük bir kudrettir. Hem diptesindir hem göklerde; hem acizsin, hem yüce. İkilemler, üçlemler… sonsuzluğa varan karmaşa; hastalıkla sadeleşir, sadeleşir ve gerçek benliğiyle yüzleşir. Ya karanlık olur dünyan ya da rengarenk ama asla eskiye dönemezsin bir daha; ölür ve yeniden dirilirsin küllerinden bir Anka kuşu misali. Seni terbiye etmiştir ölüm meleğinin çırağı.


Her hastalık, değişimdir. Değişimler devrimle gelir ve devrimler sarsıntıyı da beraberinde getirir. Eski olgu, yerini devrederken yenisine; unutulmaz ama tarih olarak kalır yalnızca. Değişim olmazsa, gelişim olmaz ve gelişimsiz bir yaşam unutulmaya mahkumdur. Bu yüzdendir ki acımasız öğretmeni çok da yermemeli. O sadece görevini yaparken, bir öğrenci olarak unutulmamalıdır ki, bizim tavrımız da öğrenme sürecinde çok önemli.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Tablodaki Kadın



Saate baktığımda müzenin kapanmak üzere olduğunu gördüm telaşla. Tam çıkmaya hazırlanıyordum ki, hızlı adımlarıma tezatlık oluşturacak bir yavaşlıkla, gözüm alelade olduğunu düşündüğüm bir tabloya takıldı. Böylesine ünlü bir müzede, bu kadar sıradan ve bana göre hiçbir çekiciliği olmayan bir kadının, ölümsüzlüğü hak edecek ne gibi meziyetlere sahip olduğunu merak ettim. Kadınlara has bir kıskançlıkla tabloyu incelemeye koyuldum; tıpkı gizli bir büyünün, efsunun kurbanını kendine çekmesi gibi tablo da beni etkisi altına aldı o anda.

Siyah, kıvırcık ve kısa olan saçları son derece özensizdi ve çocuksu bir hava katıyordu kadına. Karşımda duran siluete kadın demek ne kadar doğru olurdu bilmiyorum. Gözlerindeki  masumluk, çocuksu imajını güçlendiriyor; hafif tombul yanakları tezimi destekliyordu. Ayrık ön dişleri çekicilikten alabildiğine uzaktı. Kısa boynu ile hemen buluşan yuvarlak omuzları cömertçe sergilenmesine rağmen, herhangi bir arzuyu tetiklemiyordu. Dış görünüşünden bir rahibe olmadığı belliydi, ama rahibe olması için gereksiz kıyafetlere ihtiyacı yoktu. O dudakların daha önce bir kez bile öpülmediği öylesine belliydi ki…

İlk izlenimlerim; resimdeki çocuksu kadında özenilecek ve beni kıskançlığa sürükleyecek bir gizemin olmadığını düşündürse de bu yanılgıya kanmadım. Tablo, zengin bir babanın doğum günü hediyesiydi yalnızca, olamaz mıydı? İçimden olmasını diliyordum dilemesine lakin, nedense bir sebepten ötürü öyle olmadığını biliyordum. Derken tablodaki ışık oyunu dikkatimi çekiverdi; kızın- çünkü kadınsılıktan uzak olduğuna artık kanaat getirmiştim- bir yüzünü gölgeleyen ve diğer tarafını boynundan omzuna kadar aydınlatan. Bir ikilem miydi bu? Kızın içindeki masumiyetlikle ihtirasın bir çatışması mı? Yoksa çocuk kalmakla büyümek arasındaki çelişki mi demek daha doğru? Fakat aydınlık kalan tarafındaki gözü bile gölgelenmiş… Mona Lisa ile yarışır mı bilmem ama hafifçe aralanmış dudaklarındaki tebessüme rağmen, bakışlara sinmiş o hüzün, masumiyete saplanan bir hançerdi sanki. Belki de bir yanı saklanmak isterken diğer yanı umutsuzca serilmek istiyordu duyguların önüne; anlaşılabilmek için…

İtiraf etmeliyim ki şiirlere yaraşır, yay gibi kaşları vardı kızın ve burnu Venüs’ünki kadar güzeldi. Ne tesadüf ki bu deniz köpüğü gibi narin ve saf güzellik, yaratıcısını etkilemeyi başarmış ve böylece sonsuzluğu selamlamıştı.  Kendi değerini bilmeyen ve bunu eğri duruşuyla gösteren kızın kıymetini anlamıştı yaratıcı. İçindeki duruluğun dışarı fışkırarak tenine yansımasını, aydınlanmayla göstermiş; korku ve gizemini gölgelerle saklamıştı. Anlaşılan ölümlü Venüs’ünün gücünü ona göstermek istememişti; doğum anındaki büyüleyiciliğiyle kalsın diye…

Gözlerindeki bakışa odaklandım yeniden. Rahatsız edici bir duygu beni esir almıştı. Derinliklerindeki bir labirent, yolumu bulmamı engeller gibiydi. Bir çığlık yükseliyordu adeta ama ben anlayamıyordum çığlıkla gelen cümleleri; dudaklarının arasından çıkmaya çalışan, ama bir duvarla engellenen sözcükler… Bu yüzden tüm gücünü bakışlarına vermiş, bir anlayan çıkar mı diye. Fakat nafile! Güç yetiremiyorum esrar perdesini yırtmaya. Çare olamıyorum, yıllarca süren bekleyişe…

Derken içimden bir ürperti geçti. Böylesine bir tezatlık nasıl olabilirdi? O kıvırcık, siyah saçlar şimdi Medusa’nın yılanları gibi saldırıyordu bana. Beni içine çeken; ağzı, gözleri, boynu ve burnunun bir kısmını örten o gölge, neyin sırrını saklıyordu? Işık, karanlığa doğru mu ilerliyordu yoksa emmeye mi başlamıştı kötülük iyiliği? Yüzünü bölen bu kavga, ruhunda da yaşanıyor muydu? Kim bilir yaratıcısı da benim gibi bu gizemi çözmeye, masumiyet maskesiyle ne gibi oyunlar oynadığını bulmaya çalışıyordu. Görevlinin çıkış anını bildiren uyarısıyla kendime gelirken; kızın, insanoğlunun içinde barındırdığı iki büyük gücü yansıttığını düşündüm. Gözlerimi gözlerinden son kez ayırırken, sahip olduğu gizem aklımı kurcalıyordu ve sırrı onunla sonsuzluğa kadar yaşayacaktı.