***
Karşısındaki gencin, hayata sanki her şeye itiraz etmek için gelmiş olan tavırlarına anlam veremedi; cıvıltılarıyla etrafına ışıltı saçan küçük kız. Soran bakışlarla, gözlerini dedesine çevirdi. Dedesinin yüzünde sakin, anlayışlı, vakur bir ifade vardı. O bu durumu kendisi kadar garipsemiyordu. Dedesi, derin bir iç çekti. Yüzündeki mimiklerde bir gülme belirtisi olmamasına rağmen, yine de tebessüm ediyor gibiydi. Yıllara meydan okuyan bedeninden savrulan enerji, yaşlı görüntüsüne bir saygınlık kazandırmıştı. Küçük kız merakla dedesinin ne diyeceğini bekledi. Ölüm sessizliğine bürünmüş gibi duran dedesi bir anda,
'Şu yaşlılara bak! Neden susuyorlar biliyor musun?' dedi.
Dedesinin gençle ilgili konuşacağını sanan küçük kız şaşkın bir şekilde,
'Neden?' diye sordu.
'Bilindik bir söz vardır; boş teneke çok ses çıkarır, diye. İşte o ihtiyarların içi hayatın yaşanmışlıklarıyla dolu; acıyla, sevinçle, pişmanlıklarla, ihanetlerle, kayıplarla, kazançlarla... Gençlerin ise tenekenin içi ilk başta nasıl havayla doluysa, öyle hayallerle dolu. Hayalleri hayatla yer değiştirdikçe dolacaklar ve bizler gibi daha çok dinlemeye başlayacaklar', dedi.
Küçük kızın sevimli yüzünü iki eli arasına alan dedesi onu alnından öptü. Onun söylenenleri anlamayacak kadar küçük olduğunun farkındaydı. Bir an önce arkadaşlarıyla oyun oynamaya gitmek için acele eden küçük kıza,
'İnsanları tanımak için acele etme. Tanıdıkça, herkesin yalnız kendi işine göre hareket ettiğini göreceksin', dedi ve küçük kızın cıvıldaması için ellerinden uçup gitmesine izin verdi.
***
Kavga nihayet patlak verdiğinde, eşi gitmek için arkasını döndü. Karısının saçmalıklarıyla uğraşmaya niyeti yoktu. Adımını atmıştı ki kadın,
' Senin duymaya tahammül edemediklerini, ben yaşıyorum' diyerek adamı olduğu yere mıhladı.
***
'Çocuklar!' dedi, 'Çocuklar!'
'Onlar; ölümün karşısında yaşamın bir çare bulması gibi, mutluluğu mutlaka bulurlar. Tükendiğinde, kaybolduğunda onları izle. Seni doğru yola tekrar çıkarırlar.'
***
Kitabın her bir satırını; kollarını jiletle çizenler gibi kanatarak çizmişti. Damlalar aktıkça yüreği ferahlıyor, rahatlıyor, en garibi de hafifliyordu.
***
Yazar olmak için sorunlu bir psikopat olmalıydın. Öfkeli olmalıydın. Hüzünlü ve içe kapanık olmalıydın. Hiç biri mi yok? En azından ukala olmalıydın. Sevmemeliydin mesela. Küçültücü bir şeydi mutluluk. Kim isterdi ki mutluluğun masalını dinlemek? Dedikodu, entrika, sorunlar, kötülük, ezilmişlik dururken; kim ne yapsındı yavan, acısız bir sevgiyi. Tüm iyi masallar tam da orada bitmez miydi? Oysa kime sorarsan mutluluğun peşinde; özenle saklayarak, itip kakarak kaybettikleri, kaçırdıkları mutluluğun. Aradıkları şey karşılarına çıktığındaysa tanımıyordu kimse. Şiirlerle karıştırıyorlardı onu. Sevgi, mitolojik bir dönüşüm geçirmişti; o kadar yabancı ve uzak diyarlara ait olmuştu kısaca...
12 Aralık 2015 Cumartesi
17 Eylül 2015 Perşembe
Küçük Kız
KÜÇÜK
KIZ, SAKLAMBAÇ VE GELİNLİK
Küçük kız, bir metre on santimlik
boyuyla kahverengi, formika dolabın önünde duruyordu. Ellerini kaygan olan
kapağın yüzeyinde gezdirdi. Sonra düşünceli düşünceli sağ işaret parmağını
çenesine koyup, dolabın yüksekliğini hesaplayabilmek için yukarı doğru baktı.
‘Hım’, dedi sanki bir şeylere
karar veriyormuş gibi. Biraz daha düşündükten sonra yüzünü buruşturup, sabahtan
beri annesinin toplamasına izin vermediği karmakarışık olan saçlarını karıştırmaya
başladı. Belli ki kararından memnun değildi. Kafasını önüne eğip, iki elini
arkada birleştirerek, yatak ile dolap arasındaki daracık alanda volta atmaya
başladı. Ufladı, pufladı; bir ileri bir geri yürüdü durdu. Bir türlü ne
yapacağına karar veremedi. Bir kez daha başını kaşıyıp dolabın önünde durdu.
Nerdeyse baş hizasının olduğu
yerde, dolabın demir anahtarı vardı. Eliyle kuvvetlice ona bastırdı. Bir
taraftan da,
‘Beni taşır mı?’ diye
söylendi. Bir ‘of!’ daha çekti ve nihayet kararını verdi. Dolabın tepesine
tırmanacaktı.
Ayakuçlarında sessizce yürüyerek
yatak odasından çıkıp, misafir odasına, oradan da salondan geçerek mutfağa
yöneldi. Mutfak kapısından başını uzattı. Annesi sabah kahvaltısından çıkan
bulaşıkları elleriyle yıkıyordu. Henüz durulamaya geçmemişti. Bu da tırmanmak
için zamanının olduğunu gösteriyordu. Açık olan radyo sayesinde annesi
gürültüyü de fark etmeyecekti. Tekrar aynı güzergâhı izleyip yatak odasına
geçerken dikkatini; misafir odasının penceresinden gözüken ve geçen hafta üstünden
düştüğü dut ağacı çekti. Bir anda heyecanlanıp incittiği omzunu tutan küçük
kız, tırnaklarını yemeye başladı. Çünkü düştükten sonra annesi,
‘Bir daha hiçbir yere çıkmanı
istemiyorum. Doymadın mı düşmeye?’ diye en sevdiği şey olan tırmanmaktan onu
mahrum etmişti.
Kadıncağız çok da haksız
sayılmazdı. Küçük kızın hemen hemen her yerinde yara bere izleri vardı. Bir ay
kadar önce de babaannesinin yanında kalırken kömürlüğün çatısına çıkmış ve
oradan kayısı ağacına ulaşmaya çalışmıştı. Fakat uca doğru fazla yaklaşınca,
kırık olan kiremit ayağının altından kaymış ve ikisi birlikte aşağıya düşmüştü.
Üstelik başka bir kiremit de tam karnına düşerek parçalanmıştı. Onun öncesinde
ise, babaannesinde kaldığı başka bir gün erik ağacından ve yine başka bir gün
badem ağacından düşmüştü. Bu düşüşler hiç bitmiyordu.
Aslında ağaca normal bir
şekilde tırmansa belki de düşmeyecekti küçük kız. Fakat en olmadık dallara ulaşmak
için şansını fazla zorlayınca işler sarpa sarıyordu. Nedenini kendi de
bilmiyordu ama diğerlerinin çıkamadığı dallara çıkmak onu mutlu ediyordu.
Üstelik o alelade dallara yüz vermeyip küçümsüyor ve onları beğenmiyordu.
‘Aman, onlara herkes çıkar’,
diyerek burun kıvırıyordu.
Annesi, son seferinde küçük
kıza fena çıkışmış ve geçirdiği sinir krizinden ne dediğini bilmeyerek,
‘Bir ay sonra artık okullu
olacaksın. Eğer düşüp bir yerlerini kırarsan, üstüne bir de ben bacaklarını
kırarım senin. Nasıl kız çocuğusun sen?’ diye onu tehdit etmişti.
Zavallı küçük kız annesinin bu
tepkisine çok korkmuş ve gerçekten bacaklarını kıracağını sanmıştı. Gel gör ki
içinde yanan ateş durmuyordu. Sürekli karnında bir gıdıklanma hissi vardı.
Tırmanma güdüsüne engel olamıyordu.
Derin bir iç çekip, yatak ile
dolap arasında duran annesinin çeyiz sandığına çıktı. Elleriyle, dolabın
üstündeki yün yatağı yakaladı. Fakat çeyiz sandığı duvara dayalıydı. Anahtar
olan kapağa uzaktı. Sandığın ucuna doğru gelip, sağ ayağını iyice anahtara
doğru uzattı. Bacakları iyice açılıp, kaymaya başlayınca ayağını sandığa tekrar
koydu. Aynı şeyi bir daha denedi. Yün yatağa sıkıca asılıp, anahtara olan
yükünü azalttı. Anahtar, çeyiz sandığından daha yüksekte olduğu için; eliyle
yün döşeğin üstündeki yorganı tutabildi.
Anahtar ince olduğundan, ayağı
acımaya başlayan küçük kız; düşme korkusu yüzünden nefes nefese kaldı. Sıkıca
yorgana yapıştı. Dolabın üstünde, yorganların bittiği yerde sadece bir
metrekarelik alan boştu. Hedefi oraya çıkmaktı. Neyse ki annesi, yorganların
altına battaniye sermişti. Diğer eliyle battaniyeyi yakaladı. Battaniyenin,
taşıdığı yükten kayması imkânsızdı. Küçük kız, anahtarın üstünde parmağının
ucunda yükselerek kendini yukarı çekti. Diğer ayağıyla da dolabın kapağından
yardım aldı.
Nihayet zor bela dolabın
üstüne çıkan küçük kızın mutluluğuna diyecek yoktu. Yukarıdan odayı seyretti.
Hemen yan tarafından kapıya dokunabiliyordu. Eliyle kapıyı bir ileri, bir geri
oynattı. Kapının arkasında annesinin kullanmadığı bir halıyı rulo şeklinde
yerleştirmiş olduğunu gördü.
‘İnerken halıdan mı kaysam?’
diye düşünmeden edemedi. Tam o anın keyfini çıkarıyordu ki mutfaktan annesinin
ona seslendiğini duydu. Bir anda kalbi küt küt atmaya başladı. İki elini
yanaklarına götürdü. Bir an önce kaçması lazımdı. Hemen bacaklarına baktı.
Yutkunduktan sonra, inmek için gözüne yatağı kestirdi. Tam ayağa kalkarken, o
hızla başını tavana vurdu.
‘Ah!’ derken bir anda eliyle
ağzını kapadı. Olduğu yere çömelip, iyice uca yanaştı. Ayaklarını kartal
pençesi gibi kenara yapıştırdı. Tek eliyle de yandaki yorgandan sıkıca tutundu.
Annesinin ikinci seslenişi üzerine aniden yatağın üzerine atladı. Demir yaylı
yatak, gerilerek onu birkaç sefer olduğu yerde zıplatınca küçük kız gülmeye
başladı. Fakat annesinin seslenişi daha yakından gelince paldır küldür yataktan
inip dolaba saklandı. İçeri giren annesi, kızını göremeyince,
‘Nerde bu kız? Yine ne yaramazlık
yapıyor?’, diye söylenerek odayı terk etti.
Heyecandan tir tir titreyen
küçük kız, dolabın içindeki elbise yığınına kendini bırakıverdi. Askılıklardan
sarkan kıyafetler kızın tüm bedenini sarmıştı. Bir süre sonra, niyeyse
bulunduğu yerden çıkmak istemedi. Elbiselerin yumuşak dokusunun tenine değişi
ve ortama sinmiş lavanta kokusu hoşuna gitmişti. İyice dibe sokulunca, kulağına
değişik bir hışırtı sesi geldi. Elleriyle sesi çıkaran şeyi aramaya koyuldu.
Elbisenin bir tanesi şeffaf bir naylonun içine konmuştu. Fakat loşluktan tam
olarak ne olduğunu göremiyordu. Elbise yığınını yararak dolabın kapağına doğru
yanaştı ve naylonun ucunu çekiştirerek görebileceği bir yere getirdi. İçinde
bembeyaz bir elbise vardı. Bir tek onun böyle özel bir muamele görmesi küçük
kızın ilgisini daha da çekti. Her bayram alınıp, misafirlerden önce o
bitirmesin diye en köşe bucak yerlere saklanan şekerleri bile bulan küçük kız,
daha önce böyle bir şeyin gözünden nasıl kaçtığına şaşırdı.
Tekrar dolaba dalan küçük kız,
en dipten elbiseyi ve onun üzerindeki naylonu çıkarıp yatağın üzerine koydu. Bir
anda kalbi küt küt atmaya başladı. Ağzı hafif aralanmış bir vaziyette elbiseye
bakmaya devam etti.
‘Bizim evde prenses mi var?’
diye düşündü. Sürekli sağa sola tırmanmasını zorlaştıran eteklerden hoşlanmayan
küçük kız, ilk kez karşısındaki gibi ellemeye bile korktuğu bir elbise giymek
istedi. Elbisenin uzun tülü ve ucuna yerleştirilmiş gümüş renkli bir tutam tel
ise kızı mest edip gözlerini kamaştırdı.
Derken bir anda elbisenin
sahibi olan prensesin nerde saklanmış olabileceğini düşündü.
‘Hm mm, demek ki prenses çok
iyi saklambaç oynuyor’, dedi iki elini de beline koyarak. Sonra dudaklarını
büzüp, tek parmağıyla tombul yanağını kaşıdı ve aynı parmağını yukarı
kaldırarak,
‘Ama benden kaçamaz’, diye
sevinç nidası attı bilmiş bir şekilde. Hemen sağa sola bakınmaya koyuldu.
Tekrar dolabın içine girip, köşe bucak karıştırdı. Yatağın altına baktı. Fakat
aradığını bulamadı. İşine odaklanmış olan küçük kız annesinin odaya girdiğini
bile fark etmedi. Gelinliğini yatakta görünce bir anda sinirlenen kadın, tam
söylenmeye başlayacaktı ki kızının
‘Prenses, elma. Tamam, seni
bulamadım’, lafı üzerine afalladı.
Küçük kız yatağın altından
kafasını çıkarıp annesini görünce,
‘Anne, anne prensesi gördün
mü?’ diye sordu. Ne olduğunu anlamaya çalışan kadın, şaşkın şaşkın kızına
baktı. Birkaç saniye sonra ne olabileceğini anca idrak edebildi. O an hemen bu
fırsatı değerlendirmeye karar verdi.
‘Kızım’, dedi ‘prensesler çok
akıllı kızlardır. Öyle olmadık yerlere saklanıp, tehlikeli işler yapmazlar.’
‘O zaman prenses nerde anne?’
‘Seninle oynamaya gelmişti ama
senin çok yaramaz olduğunu görünce gitti.’
Bu cevabı duyan küçük kızın
kalbi çok kırıldı. Bir anda dudakları sarkıp, gözleri doldu. Masum haline
dayanamayan annesi gülerek kızını yatağa oturttu ve onun tombul yanaklarından
öpüp ona sıkıca sarıldı.
‘Ben çok yaramazım diye mi
gitti? Bir daha gelmeyecek mi?’
‘Eğer sen de onun gibi akıllı
olursan neden gelmesin? O senin gibi ağaçlara tırmanamaz ki! Bulunması zor
yerlere de saklanamaz. Prensesler akıllı uslu bir şekilde evcilik oynarlar.
Senin bir bebeğin bile yok. Onun canı sıkılır burada.’
Küçük kız, çok imrendiği beyaz
gelinliğe baktı yeniden.
Bunu fark eden annesi kızını can
evinden vurdu.
‘Böyle güzel bir elbise giymek
istiyorsan sen de prensesler gibi olmalısın’.
Küçük kız bu sefer, biraz önce
tepesinden atladığı dolaba baktı. Gözlerindeki ışık bir anda sönüverdi. İki
işaret parmağını birbirinin üzerinde gezdirdi. Bir elbiseye, bir dolaba
bakışlarını kaçırdı durdu. Sonra birden,
‘Ama anne, bazen bu elbiseyi
giysem bazen de azıcık tırmansam olmaz mı?’ dedi.
‘Olmaz’ dedi annesi. ‘Hem sen
yaralandıkça ben çok üzülüyorum. Başına daha ciddi bir şey gelecek diye çok
korkuyorum. O yüzden elbiseyi istiyorsan dediklerimi yapmalısın ki hem prenses
de seninle oynamaya gelebilsin.’
Bir iç çekti küçük kız. Ne
yapacağını bilemedi. Düşündü, düşündü ve birden,
‘Ben de prensesi istemiyorum o
zaman. Elbisesini de alsın gitsin’, diyerek bir hışımla, gözlerinden akan
yaşları sile sile bahçeye kaçtı.
13 Haziran 2015 Cumartesi
Bana Herşey Seni Hatırlatıyor
Söğütözü metrosunu karanlıkta seçemedim. Meğer yolun karşısındaymış. Üst geçide yürürken yağmur yeniden çiselemeye başladı. 'Şanslıyım', dedim kendi kendime. Yağmurdan ıslanmayacağım. Birden yağmurun kokusu aldı beni ve renksiz, sessiz, tek düze olan bu şehirden uzaklaştırıp, ruhumu bıraktığım şehre götürdü. Biliyorum...yağmur bahane. Metroya inen merdivenler, halusilasyona neden oldu. Şehir değişti bir kere; dönemiyorum. İlk kez girdiğim bu istasyon öyle tanıdık ki! Rutubet kokan o zemin zihnime oyun oynamaya devam ediyor. "Biraz daha gecikse" diyorum içimden tren raylarının gerisindeki karanlığa bakarken. Oyun bitmesin istiyorum. Ama gümbürtüyle gelen ses, arkasından sarı bir ışığın duvardaki yansıması ve peşinden, aslında önden gelen esinti beni gerçek evrene çağırmak için aceleci.
Trenin içinde oturacak yer yok. İlk istasyonda binmedim çünkü. Olsun, en az yirmi dakika öndeyim. Ayakta duran takım elbiseli bir adamın yanına durdum. Nedense onu daha güvenilir buldum. Fakat burnuma içki kokusu geliyor. Tedirginlikle boşalır mı diye oturma yerlerine baktım. Yanından uzaklaşacak kadar kaba olamam ya da yapmaya gücüm yetmez. Nihayet durakta biri indi. Oturduğumda çiçek esanslı bir parfüm kokusuyla yeniden sakinleştim. Mekanik bir kadin sesi her durak öncesi, inilecek yerin ismini söylüyor. Tanıdık değil diyorum. Daha doğrusu duymak istediklerim bunlar değil. Canım sıkılıyor bir anda. Herşey, herkes beni sevdiğimden uzaklaştırmaya yeminli. Karanlıkta, tam da şu anda; kıyısındaki ışıklarla parıldayan boğazın halini düşünüyorum. En sevdiğim hali. Suyun dalgası kulağımda. Martılarin çığlıkları insan gürültüsüne karışmış. Seyyar balıkçılar kıyıda hala balik ekmek diye bağırıyor. Balık ve yosun kokusunu hasretle çekiyorum ciğerlerime. Halbuki ikisini de sevmem. Yol kenarında çiçek satan kadınlar geçiyor gözümün önünden. Bu mevsimde şakayık olmalı ellerinde. Turistlerin etrafını sarmışlardır. Mülteciler de dileniyordur kesin; bizimkiler yetmiyor gibi. Bir anda "son istasyon, koru" diyen aynı mekanik ses; yüreğimde cız ederek tüm mutlulugumu siliveriyor ve oyun bitiyor.
24 Mart 2015 Salı
BİR ‘DÜŞ’ÜNCE GEÇTİ DAMARLARIMDAN
Bazı ölümler vardır; her bir zerrenize dokunur. O ölüm, ölüm
değildir aslında. Üstümüze giydiğimiz bedenin fiziki koşullar sürecindeki
bitişidir; içindeki gerçek benlik yaşamaya devam eder. Bazı ölümler vardır ki,
ölümsüzlüğün ispatıdır.
Geçenlerde izlediğim bir film beni yeniden, ölümsüzlük
üzerine düşündürdü. Agora adlı bu filmde M.S. 5.yy da yaşamış filozof,
matematikçi ve astronomi dalında bilgin bir kadın olan Hypatia’dan söz
ediliyordu. Hypatia, ünlü bir matematikçi ve filozof olan Theon’un kızıydı ve babasıyla
birlikte Euclid’e ait eserlerin tefsirlerini yazmıştı. Dünyanın hareket
ettiğini düşünüyor, dünyanın dairesel değil de eliptik bir yörünge izlediğini
ispatlamaya çalışıyordu. Filmde, babası kızının düşünmesini
engelleyeceği için
evlenmesi konusunda ona baskı yapmıyordu. Tarihte, sarı saçlarıyla çok güzel
bir kız olarak tasvir edilen Hypatia, peşinde çok fazla taliplisi olmasına
rağmen ‘ben gerçekle evliyim’ diyerek hepsini reddetmişti. Bunlardan bir tanesi
de öğrencilerinden birisi olan ve ileri ki dönemlerde bulundukları İskenderiye
şehrinin valisi olacak Orestes’ti. Yine filmdeki kurguya göre kölesi de kıza âşıktı.
İskenderiye, Roma yönetiminin elinde ve Hıristiyanlar tarafından yönetiliyordu.
Azınlık sayılan paganları, bilim ve düşünceyle uğraşan insanlar oluşturuyordu.
Hypatia’nın kölesi Desus, bu dinle tanışıp ona gönlünü verdi. Dinle tanışmasını
sağlayan kişi ise ateşte yürüdüğünde yanmayıp bir mucize gösteren ‘kara
gömlekliler’ adıyla anılan fedailerden birisiydi. Bu keşişler, ilk başlarda
sadece halkın yoksullarını doyuruyorlardı. Hıristiyanların gücü artıkça
başlarında bulunan piskopos, halkı, pagan Tanrı heykellerine karşı kışkırtıp
onları yağmalamaları için yüreklendirince; bu hakarete dayanamayan diğer kesim
ile çatışmaya girmeleri kaçınılmaz oldu. Hıristiyan halk onları eğitim
verdikleri İskenderiye Kütüphanesi’ne sığınmak zorunda bıraktı. Hypatia, kendi
öğrencilerini korumak için onları çatışmaya sokmasa da onlar da sığınmak için
kütüphaneye kaçtı. Nihayet duruma el koyan şehrin Valisi, hükümdarın fermanını
açıkladı. Fermanda paganlar kaçmaya zorlanıyor ve kütüphanenin yeniden
düzenlenmesi halka bırakılıyordu. Hypatia ve öğrencileri o çok değerli
parşömenleri alıp kaçarken, kölesi halkın içine karıştı ve meşhur İskenderiye
Kütüphanesi, inananlar tarafından yağmalanarak birçok eser yok edildi.
Aradan yıllar geçerken, paganların birçoğu Hıristiyan oldu.
Bunların arasında Hypatia’nın öğrencileri; artık vali olan Orestes ve Cyrene
Başpiskoposu Synesius da vardı. Orestes, hala güzel Hypatia’ya âşıktı ve onun
görüşlerinden faydalanıyordu. Bu durum da yeni İskenderiye Başpiskoposu
Cyrille’in hiç hoşuna gitmiyordu. Çünkü kadın, iktidarı ele geçirmesinde bir
engeldi. Paganlar etkisiz hale getirilince bu sefer gözler Yahudilere çevrildi
ve büyük kıyımlar yapılmaya başlandı. Köle Desus, sorgusuz sualsiz, gözü kara
bir şekilde cinayetleri din adına gerçekleştirirken, artık Hypatia’nın yüzüne
bakamaz oldu. Nihayetinde de inancını sorgulamaya başladı. Kendisine bu dini
sevdiren keşişe ‘ben affedildim ama ben şimdi affedemiyorum. İsa affetmişti’,
derken keşiş’ O bir peygamber. Yalnız O affedebilir. Sen ne hakla kendini
onunla bir tutarsın’, diye sapkınlık aşamasına gelen fanatizmini ve yoldan
çıkmışlığını gösteriyordu. Hypatia ile baş edemeyen Cyrille, nihayet herkesin
bulunduğu bir toplantıda yüzyıllarca sonra insanlar tarafından yazılmış, Tanrı’nın
sözleri olduğu iddia edilen kadınlarla ilgili pasajları okudu. Pasajda,
kadınların artık rahatça etraflarda dolanmamaları ve seslerinin, erkeklerin
seslerini bastırmamaları gerektiği yazıyordu. O an Orestes, muhatabın Hypatia
olduğunu anladı ve İncil’in önünde diz çökmedi. Bu ise büyük bir karmaşaya
neden olarak halkı ayaklandırdı. Desus’un affetmeyen keşişi, Vali’yi öldürmeye
kalkışınca idam edildi ve Cyrille tarafından aziz olarak şehit mertebesine
yükseltildi. Orestes ve Synesius, Hypatia’yı korumanın tek yolu olarak onun da Hıristiyanlığı
kabul etmesi gerektiğini söyleseler de Hypatia, güç için din satın almayacağını
açıkça bildirdi. Maalesef üç erkekte onu koruyamadı. ‘Biri sana vurduysa diğer
yanağını da çevir’, diyen bir peygambere inandığını söyleyen fanatik keşişler,
kırk beş yaşındaki Hypatia’yı, M.S. 415 yılında yakalayarak soydular ve onu
parçaladılar. Etini, kemiklerinden istiridye kabuklarıyla sıyırdılar. Kendi
peygamberlerine yapılan zülüm gibi, âleme ibret olsun diye din adına, kadının
vücudunu sokak sokak gezdirdiler. Oysa dinsizlikle ve cadılıkla suçlanılan
Hypatia, bütün dinler arasındaki benzerlikleri ve kaynaklarını açıklayan
çalışmalarda bulunmuş ve ‘bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla;
hepimiz kardeşiz’, diyerek Hıristiyanlar ve paganlar arasındaki tartışmalara nasıl
baktığını açıklamıştı.
Bir düş, bir düşünce; kadın olsun, erkek olsun insanın
bedenini bu dünyadan istenmeyecek şekillerde koparabilir. Gücün kendi
denetimine girmeyen, çıkarlarını gölgeleyen düşler yok edilmek istenir.
Hypatia’nın ölümü göze alması, cesaret vericidir. Beylik sözlerle ideallerimiz
uğruna öleceğimizi söylerken, acaba gerçekten de başımıza geldiğinde sözünde
kaç kişi durabilir? Gerçeğe göz yummadan kaç kişi direnebilir? Daha da önemlisi
gerçeği kaç kişi görebilir? Büyük düşler, büyük bedeller ister. Büyük bedeller,
ölümsüzlüğün kapısını aralar…
Bazı ölümler vardır; korkunç… acımasız… zalimce… Fakat bu
ölümler; binlerce yıl hiç ölmez ve sesini belki de bu vahşet kisvesi altında,
bu haksızlık sayesinde duyurabilir. Hypatia ile ilgili elde çok fazla kaynak
olmamasına karşın; bir mezar taşına bile sahip olmamasına karşın, o şimdi bir
şekilde birçoğumuzdan daha gerçek olarak yaşıyor ve yaşayacak. Üstelik gördüğü
zulme karşılık büyük bir saygıyla…
21 Şubat 2015 Cumartesi
HASTALIK NEDİR?
Hastalık; acı ve üzüntü gibi
korktuğumuz, istemediğimiz, yadsıdığımız, en kötü kabuslarımızdaki gibi ecel
terleri döktüren bir kara beladır. Bize boyun eğmeyi, istemesek bile
sabretmeyi, susup dinlemeyi, belki de ilk kez dönüp kendimize bakmayı öğreten
en acımasız öğretmendir.
Bir kırbaç gibi inerken hastalık
omuzlarımıza, acıyla haykırırken yüreğimiz, kanlı gözyaşları dökerken ve kim
bilir hayat biterken gerçeklerle yüzleşmek ironi midir? Hiçbir şeyin
karşılıksız olmadığı bu dünyada hakikatin bedeli hastalık mıdır? İnsanoğlu şeytan
kadar inatçı ve bir kaya gibi yontulması zor mudur ki, onu dize getirmek için
cehennemin zehirli sularından tatmalıdır dünyada?
Alevlerle çevrelenmişken kaçıp
kurtulmak kolay değildir elbet… Tenini yalarken ızdırap, düşüncelerine tecavüz
etmişken çaresizlik; tahminlerin ötesinde bir güce sahip olmalıdır hasta,
böylesine şiddete maruz kaldığına göre… Bu
denli acımasız bir dertle boğuşurken kavrayabilmek ölümü; ölümün perdesiyle
yüzleşmek, yaldızlarla kaplanmış ve gözlerini boyamış tüm yalanların
silindiğini görebilmek ne büyük bir kudrettir. Hem diptesindir hem göklerde;
hem acizsin, hem yüce. İkilemler, üçlemler… sonsuzluğa varan karmaşa;
hastalıkla sadeleşir, sadeleşir ve gerçek benliğiyle yüzleşir. Ya karanlık olur
dünyan ya da rengarenk ama asla eskiye dönemezsin bir daha; ölür ve yeniden
dirilirsin küllerinden bir Anka kuşu misali. Seni terbiye etmiştir ölüm
meleğinin çırağı.
Her hastalık, değişimdir. Değişimler
devrimle gelir ve devrimler sarsıntıyı da beraberinde getirir. Eski olgu,
yerini devrederken yenisine; unutulmaz ama tarih olarak kalır yalnızca. Değişim
olmazsa, gelişim olmaz ve gelişimsiz bir yaşam unutulmaya mahkumdur. Bu
yüzdendir ki acımasız öğretmeni çok da yermemeli. O sadece görevini yaparken,
bir öğrenci olarak unutulmamalıdır ki, bizim tavrımız da öğrenme sürecinde çok
önemli.
18 Şubat 2015 Çarşamba
Tablodaki Kadın
Saate baktığımda müzenin kapanmak üzere olduğunu gördüm telaşla. Tam çıkmaya hazırlanıyordum ki, hızlı adımlarıma tezatlık oluşturacak bir yavaşlıkla, gözüm alelade olduğunu düşündüğüm bir tabloya takıldı. Böylesine ünlü bir müzede, bu kadar sıradan ve bana göre hiçbir çekiciliği olmayan bir kadının, ölümsüzlüğü hak edecek ne gibi meziyetlere sahip olduğunu merak ettim. Kadınlara has bir kıskançlıkla tabloyu incelemeye koyuldum; tıpkı gizli bir büyünün, efsunun kurbanını kendine çekmesi gibi tablo da beni etkisi altına aldı o anda.
Siyah, kıvırcık ve kısa olan
saçları son derece özensizdi ve çocuksu bir hava katıyordu kadına. Karşımda
duran siluete kadın demek ne kadar doğru olurdu bilmiyorum. Gözlerindeki masumluk, çocuksu imajını güçlendiriyor;
hafif tombul yanakları tezimi destekliyordu. Ayrık ön dişleri çekicilikten
alabildiğine uzaktı. Kısa boynu ile hemen buluşan yuvarlak omuzları cömertçe
sergilenmesine rağmen, herhangi bir arzuyu tetiklemiyordu. Dış görünüşünden bir
rahibe olmadığı belliydi, ama rahibe olması için gereksiz kıyafetlere ihtiyacı
yoktu. O dudakların daha önce bir kez bile öpülmediği öylesine belliydi ki…
İlk izlenimlerim; resimdeki
çocuksu kadında özenilecek ve beni kıskançlığa sürükleyecek bir gizemin
olmadığını düşündürse de bu yanılgıya kanmadım. Tablo, zengin bir babanın doğum
günü hediyesiydi yalnızca, olamaz mıydı? İçimden olmasını diliyordum dilemesine
lakin, nedense bir sebepten ötürü öyle olmadığını biliyordum. Derken tablodaki
ışık oyunu dikkatimi çekiverdi; kızın- çünkü kadınsılıktan uzak olduğuna artık
kanaat getirmiştim- bir yüzünü gölgeleyen ve diğer tarafını boynundan omzuna
kadar aydınlatan. Bir ikilem miydi bu? Kızın içindeki masumiyetlikle ihtirasın
bir çatışması mı? Yoksa çocuk kalmakla büyümek arasındaki çelişki mi demek daha
doğru? Fakat aydınlık kalan tarafındaki gözü bile gölgelenmiş… Mona Lisa ile
yarışır mı bilmem ama hafifçe aralanmış dudaklarındaki tebessüme rağmen,
bakışlara sinmiş o hüzün, masumiyete saplanan bir hançerdi sanki. Belki de bir
yanı saklanmak isterken diğer yanı umutsuzca serilmek istiyordu duyguların
önüne; anlaşılabilmek için…
İtiraf etmeliyim ki şiirlere
yaraşır, yay gibi kaşları vardı kızın ve burnu Venüs’ünki kadar güzeldi. Ne
tesadüf ki bu deniz köpüğü gibi narin ve saf güzellik, yaratıcısını etkilemeyi
başarmış ve böylece sonsuzluğu selamlamıştı. Kendi değerini bilmeyen ve bunu eğri duruşuyla
gösteren kızın kıymetini anlamıştı yaratıcı. İçindeki duruluğun dışarı
fışkırarak tenine yansımasını, aydınlanmayla göstermiş; korku ve gizemini
gölgelerle saklamıştı. Anlaşılan ölümlü Venüs’ünün gücünü ona göstermek
istememişti; doğum anındaki büyüleyiciliğiyle kalsın diye…
Gözlerindeki bakışa odaklandım
yeniden. Rahatsız edici bir duygu beni esir almıştı. Derinliklerindeki bir
labirent, yolumu bulmamı engeller gibiydi. Bir çığlık yükseliyordu adeta ama
ben anlayamıyordum çığlıkla gelen cümleleri; dudaklarının arasından çıkmaya
çalışan, ama bir duvarla engellenen sözcükler… Bu yüzden tüm gücünü bakışlarına
vermiş, bir anlayan çıkar mı diye. Fakat nafile! Güç yetiremiyorum esrar
perdesini yırtmaya. Çare olamıyorum, yıllarca süren bekleyişe…
Derken içimden bir ürperti geçti.
Böylesine bir tezatlık nasıl olabilirdi? O kıvırcık, siyah saçlar şimdi
Medusa’nın yılanları gibi saldırıyordu bana. Beni içine çeken; ağzı, gözleri,
boynu ve burnunun bir kısmını örten o gölge, neyin sırrını saklıyordu? Işık,
karanlığa doğru mu ilerliyordu yoksa emmeye mi başlamıştı kötülük iyiliği?
Yüzünü bölen bu kavga, ruhunda da yaşanıyor muydu? Kim bilir yaratıcısı da
benim gibi bu gizemi çözmeye, masumiyet maskesiyle ne gibi oyunlar oynadığını
bulmaya çalışıyordu. Görevlinin çıkış anını bildiren uyarısıyla kendime
gelirken; kızın, insanoğlunun içinde barındırdığı iki büyük gücü yansıttığını
düşündüm. Gözlerimi gözlerinden son kez ayırırken, sahip olduğu gizem aklımı
kurcalıyordu ve sırrı onunla sonsuzluğa kadar yaşayacaktı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)