24 Mart 2015 Salı

BİR ‘DÜŞ’ÜNCE GEÇTİ DAMARLARIMDAN

Bazı ölümler vardır; her bir zerrenize dokunur. O ölüm, ölüm değildir aslında. Üstümüze giydiğimiz bedenin fiziki koşullar sürecindeki bitişidir; içindeki gerçek benlik yaşamaya devam eder. Bazı ölümler vardır ki, ölümsüzlüğün ispatıdır.

Geçenlerde izlediğim bir film beni yeniden, ölümsüzlük üzerine düşündürdü. Agora adlı bu filmde M.S. 5.yy da yaşamış filozof, matematikçi ve astronomi dalında bilgin bir kadın olan Hypatia’dan söz ediliyordu. Hypatia, ünlü bir matematikçi ve filozof olan Theon’un kızıydı ve babasıyla birlikte Euclid’e ait eserlerin tefsirlerini yazmıştı. Dünyanın hareket ettiğini düşünüyor, dünyanın dairesel değil de eliptik bir yörünge izlediğini ispatlamaya çalışıyordu. Filmde, babası kızının düşünmesini engelleyeceği için evlenmesi konusunda ona baskı yapmıyordu. Tarihte, sarı saçlarıyla çok güzel bir kız olarak tasvir edilen Hypatia, peşinde çok fazla taliplisi olmasına rağmen ‘ben gerçekle evliyim’ diyerek hepsini reddetmişti. Bunlardan bir tanesi de öğrencilerinden birisi olan ve ileri ki dönemlerde bulundukları İskenderiye şehrinin valisi olacak Orestes’ti. Yine filmdeki kurguya göre kölesi de kıza âşıktı. İskenderiye, Roma yönetiminin elinde ve Hıristiyanlar tarafından yönetiliyordu. Azınlık sayılan paganları, bilim ve düşünceyle uğraşan insanlar oluşturuyordu. Hypatia’nın kölesi Desus, bu dinle tanışıp ona gönlünü verdi. Dinle tanışmasını sağlayan kişi ise ateşte yürüdüğünde yanmayıp bir mucize gösteren ‘kara gömlekliler’ adıyla anılan fedailerden birisiydi. Bu keşişler, ilk başlarda sadece halkın yoksullarını doyuruyorlardı. Hıristiyanların gücü artıkça başlarında bulunan piskopos, halkı, pagan Tanrı heykellerine karşı kışkırtıp onları yağmalamaları için yüreklendirince; bu hakarete dayanamayan diğer kesim ile çatışmaya girmeleri kaçınılmaz oldu. Hıristiyan halk onları eğitim verdikleri İskenderiye Kütüphanesi’ne sığınmak zorunda bıraktı. Hypatia, kendi öğrencilerini korumak için onları çatışmaya sokmasa da onlar da sığınmak için kütüphaneye kaçtı. Nihayet duruma el koyan şehrin Valisi, hükümdarın fermanını açıkladı. Fermanda paganlar kaçmaya zorlanıyor ve kütüphanenin yeniden düzenlenmesi halka bırakılıyordu. Hypatia ve öğrencileri o çok değerli parşömenleri alıp kaçarken, kölesi halkın içine karıştı ve meşhur İskenderiye Kütüphanesi, inananlar tarafından yağmalanarak birçok eser yok edildi.

Aradan yıllar geçerken, paganların birçoğu Hıristiyan oldu. Bunların arasında Hypatia’nın öğrencileri; artık vali olan Orestes ve Cyrene Başpiskoposu Synesius da vardı. Orestes, hala güzel Hypatia’ya âşıktı ve onun görüşlerinden faydalanıyordu. Bu durum da yeni İskenderiye Başpiskoposu Cyrille’in hiç hoşuna gitmiyordu. Çünkü kadın, iktidarı ele geçirmesinde bir engeldi. Paganlar etkisiz hale getirilince bu sefer gözler Yahudilere çevrildi ve büyük kıyımlar yapılmaya başlandı. Köle Desus, sorgusuz sualsiz, gözü kara bir şekilde cinayetleri din adına gerçekleştirirken, artık Hypatia’nın yüzüne bakamaz oldu. Nihayetinde de inancını sorgulamaya başladı. Kendisine bu dini sevdiren keşişe ‘ben affedildim ama ben şimdi affedemiyorum. İsa affetmişti’, derken keşiş’ O bir peygamber. Yalnız O affedebilir. Sen ne hakla kendini onunla bir tutarsın’, diye sapkınlık aşamasına gelen fanatizmini ve yoldan çıkmışlığını gösteriyordu. Hypatia ile baş edemeyen Cyrille, nihayet herkesin bulunduğu bir toplantıda yüzyıllarca sonra insanlar tarafından yazılmış, Tanrı’nın sözleri olduğu iddia edilen kadınlarla ilgili pasajları okudu. Pasajda, kadınların artık rahatça etraflarda dolanmamaları ve seslerinin, erkeklerin seslerini bastırmamaları gerektiği yazıyordu. O an Orestes, muhatabın Hypatia olduğunu anladı ve İncil’in önünde diz çökmedi. Bu ise büyük bir karmaşaya neden olarak halkı ayaklandırdı. Desus’un affetmeyen keşişi, Vali’yi öldürmeye kalkışınca idam edildi ve Cyrille tarafından aziz olarak şehit mertebesine yükseltildi. Orestes ve Synesius, Hypatia’yı korumanın tek yolu olarak onun da Hıristiyanlığı kabul etmesi gerektiğini söyleseler de Hypatia, güç için din satın almayacağını açıkça bildirdi. Maalesef üç erkekte onu koruyamadı. ‘Biri sana vurduysa diğer yanağını da çevir’, diyen bir peygambere inandığını söyleyen fanatik keşişler, kırk beş yaşındaki Hypatia’yı, M.S. 415 yılında yakalayarak soydular ve onu parçaladılar. Etini, kemiklerinden istiridye kabuklarıyla sıyırdılar. Kendi peygamberlerine yapılan zülüm gibi, âleme ibret olsun diye din adına, kadının vücudunu sokak sokak gezdirdiler. Oysa dinsizlikle ve cadılıkla suçlanılan Hypatia, bütün dinler arasındaki benzerlikleri ve kaynaklarını açıklayan çalışmalarda bulunmuş ve ‘bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla; hepimiz kardeşiz’, diyerek Hıristiyanlar ve paganlar arasındaki tartışmalara nasıl baktığını açıklamıştı.

Bir düş, bir düşünce; kadın olsun, erkek olsun insanın bedenini bu dünyadan istenmeyecek şekillerde koparabilir. Gücün kendi denetimine girmeyen, çıkarlarını gölgeleyen düşler yok edilmek istenir. Hypatia’nın ölümü göze alması, cesaret vericidir. Beylik sözlerle ideallerimiz uğruna öleceğimizi söylerken, acaba gerçekten de başımıza geldiğinde sözünde kaç kişi durabilir? Gerçeğe göz yummadan kaç kişi direnebilir? Daha da önemlisi gerçeği kaç kişi görebilir? Büyük düşler, büyük bedeller ister. Büyük bedeller, ölümsüzlüğün kapısını aralar…


Bazı ölümler vardır; korkunç… acımasız… zalimce… Fakat bu ölümler; binlerce yıl hiç ölmez ve sesini belki de bu vahşet kisvesi altında, bu haksızlık sayesinde duyurabilir. Hypatia ile ilgili elde çok fazla kaynak olmamasına karşın; bir mezar taşına bile sahip olmamasına karşın, o şimdi bir şekilde birçoğumuzdan daha gerçek olarak yaşıyor ve yaşayacak. Üstelik gördüğü zulme karşılık büyük bir saygıyla… 

2 yorum:

Unknown dedi ki...

Film de açiklamalarin ve yorumun kadar etkileyiciydi.
Cehaletin sorgusunu günümüzde günümüzün sözde gerçekleriyle sorgulayabiliriz.Belki de yarin hata ettiğimizi bilemeden.
Tesekkürler 😉😊

gule dedi ki...

Teşekkürler: )