Bazı ölümler vardır; her bir zerrenize dokunur. O ölüm, ölüm
değildir aslında. Üstümüze giydiğimiz bedenin fiziki koşullar sürecindeki
bitişidir; içindeki gerçek benlik yaşamaya devam eder. Bazı ölümler vardır ki,
ölümsüzlüğün ispatıdır.
Geçenlerde izlediğim bir film beni yeniden, ölümsüzlük
üzerine düşündürdü. Agora adlı bu filmde M.S. 5.yy da yaşamış filozof,
matematikçi ve astronomi dalında bilgin bir kadın olan Hypatia’dan söz
ediliyordu. Hypatia, ünlü bir matematikçi ve filozof olan Theon’un kızıydı ve babasıyla
birlikte Euclid’e ait eserlerin tefsirlerini yazmıştı. Dünyanın hareket
ettiğini düşünüyor, dünyanın dairesel değil de eliptik bir yörünge izlediğini
ispatlamaya çalışıyordu. Filmde, babası kızının düşünmesini
engelleyeceği için
evlenmesi konusunda ona baskı yapmıyordu. Tarihte, sarı saçlarıyla çok güzel
bir kız olarak tasvir edilen Hypatia, peşinde çok fazla taliplisi olmasına
rağmen ‘ben gerçekle evliyim’ diyerek hepsini reddetmişti. Bunlardan bir tanesi
de öğrencilerinden birisi olan ve ileri ki dönemlerde bulundukları İskenderiye
şehrinin valisi olacak Orestes’ti. Yine filmdeki kurguya göre kölesi de kıza âşıktı.
İskenderiye, Roma yönetiminin elinde ve Hıristiyanlar tarafından yönetiliyordu.
Azınlık sayılan paganları, bilim ve düşünceyle uğraşan insanlar oluşturuyordu.
Hypatia’nın kölesi Desus, bu dinle tanışıp ona gönlünü verdi. Dinle tanışmasını
sağlayan kişi ise ateşte yürüdüğünde yanmayıp bir mucize gösteren ‘kara
gömlekliler’ adıyla anılan fedailerden birisiydi. Bu keşişler, ilk başlarda
sadece halkın yoksullarını doyuruyorlardı. Hıristiyanların gücü artıkça
başlarında bulunan piskopos, halkı, pagan Tanrı heykellerine karşı kışkırtıp
onları yağmalamaları için yüreklendirince; bu hakarete dayanamayan diğer kesim
ile çatışmaya girmeleri kaçınılmaz oldu. Hıristiyan halk onları eğitim
verdikleri İskenderiye Kütüphanesi’ne sığınmak zorunda bıraktı. Hypatia, kendi
öğrencilerini korumak için onları çatışmaya sokmasa da onlar da sığınmak için
kütüphaneye kaçtı. Nihayet duruma el koyan şehrin Valisi, hükümdarın fermanını
açıkladı. Fermanda paganlar kaçmaya zorlanıyor ve kütüphanenin yeniden
düzenlenmesi halka bırakılıyordu. Hypatia ve öğrencileri o çok değerli
parşömenleri alıp kaçarken, kölesi halkın içine karıştı ve meşhur İskenderiye
Kütüphanesi, inananlar tarafından yağmalanarak birçok eser yok edildi.
Aradan yıllar geçerken, paganların birçoğu Hıristiyan oldu.
Bunların arasında Hypatia’nın öğrencileri; artık vali olan Orestes ve Cyrene
Başpiskoposu Synesius da vardı. Orestes, hala güzel Hypatia’ya âşıktı ve onun
görüşlerinden faydalanıyordu. Bu durum da yeni İskenderiye Başpiskoposu
Cyrille’in hiç hoşuna gitmiyordu. Çünkü kadın, iktidarı ele geçirmesinde bir
engeldi. Paganlar etkisiz hale getirilince bu sefer gözler Yahudilere çevrildi
ve büyük kıyımlar yapılmaya başlandı. Köle Desus, sorgusuz sualsiz, gözü kara
bir şekilde cinayetleri din adına gerçekleştirirken, artık Hypatia’nın yüzüne
bakamaz oldu. Nihayetinde de inancını sorgulamaya başladı. Kendisine bu dini
sevdiren keşişe ‘ben affedildim ama ben şimdi affedemiyorum. İsa affetmişti’,
derken keşiş’ O bir peygamber. Yalnız O affedebilir. Sen ne hakla kendini
onunla bir tutarsın’, diye sapkınlık aşamasına gelen fanatizmini ve yoldan
çıkmışlığını gösteriyordu. Hypatia ile baş edemeyen Cyrille, nihayet herkesin
bulunduğu bir toplantıda yüzyıllarca sonra insanlar tarafından yazılmış, Tanrı’nın
sözleri olduğu iddia edilen kadınlarla ilgili pasajları okudu. Pasajda,
kadınların artık rahatça etraflarda dolanmamaları ve seslerinin, erkeklerin
seslerini bastırmamaları gerektiği yazıyordu. O an Orestes, muhatabın Hypatia
olduğunu anladı ve İncil’in önünde diz çökmedi. Bu ise büyük bir karmaşaya
neden olarak halkı ayaklandırdı. Desus’un affetmeyen keşişi, Vali’yi öldürmeye
kalkışınca idam edildi ve Cyrille tarafından aziz olarak şehit mertebesine
yükseltildi. Orestes ve Synesius, Hypatia’yı korumanın tek yolu olarak onun da Hıristiyanlığı
kabul etmesi gerektiğini söyleseler de Hypatia, güç için din satın almayacağını
açıkça bildirdi. Maalesef üç erkekte onu koruyamadı. ‘Biri sana vurduysa diğer
yanağını da çevir’, diyen bir peygambere inandığını söyleyen fanatik keşişler,
kırk beş yaşındaki Hypatia’yı, M.S. 415 yılında yakalayarak soydular ve onu
parçaladılar. Etini, kemiklerinden istiridye kabuklarıyla sıyırdılar. Kendi
peygamberlerine yapılan zülüm gibi, âleme ibret olsun diye din adına, kadının
vücudunu sokak sokak gezdirdiler. Oysa dinsizlikle ve cadılıkla suçlanılan
Hypatia, bütün dinler arasındaki benzerlikleri ve kaynaklarını açıklayan
çalışmalarda bulunmuş ve ‘bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla;
hepimiz kardeşiz’, diyerek Hıristiyanlar ve paganlar arasındaki tartışmalara nasıl
baktığını açıklamıştı.
Bir düş, bir düşünce; kadın olsun, erkek olsun insanın
bedenini bu dünyadan istenmeyecek şekillerde koparabilir. Gücün kendi
denetimine girmeyen, çıkarlarını gölgeleyen düşler yok edilmek istenir.
Hypatia’nın ölümü göze alması, cesaret vericidir. Beylik sözlerle ideallerimiz
uğruna öleceğimizi söylerken, acaba gerçekten de başımıza geldiğinde sözünde
kaç kişi durabilir? Gerçeğe göz yummadan kaç kişi direnebilir? Daha da önemlisi
gerçeği kaç kişi görebilir? Büyük düşler, büyük bedeller ister. Büyük bedeller,
ölümsüzlüğün kapısını aralar…
Bazı ölümler vardır; korkunç… acımasız… zalimce… Fakat bu
ölümler; binlerce yıl hiç ölmez ve sesini belki de bu vahşet kisvesi altında,
bu haksızlık sayesinde duyurabilir. Hypatia ile ilgili elde çok fazla kaynak
olmamasına karşın; bir mezar taşına bile sahip olmamasına karşın, o şimdi bir
şekilde birçoğumuzdan daha gerçek olarak yaşıyor ve yaşayacak. Üstelik gördüğü
zulme karşılık büyük bir saygıyla…