Saate baktığımda müzenin kapanmak
üzere olduğunu gördüm telaşla. Tam çıkmaya hazırlanıyordum ki, hızlı adımlarıma
tezatlık oluşturacak bir yavaşlıkla, gözüm alelade olduğunu düşündüğüm bir
tabloya takıldı. Böylesine ünlü bir müzede, bu kadar sıradan ve bana göre
hiçbir çekiciliği olmayan bir kadının, ölümsüzlüğü hak edecek ne gibi
meziyetlere sahip olduğunu merak ettim. Kadınlara has bir kıskançlıkla tabloyu
incelemeye koyuldum; tıpkı gizli bir büyünün, efsunun kurbanını kendine çekmesi
gibi tablo da beni etkisi altına aldı o anda.
Siyah, kıvırcık ve kısa olan
saçları son derece özensizdi ve çocuksu bir hava katıyordu kadına. Karşımda
duran siluete kadın demek ne kadar doğru olurdu bilmiyorum. Gözlerindeki masumluk, çocuksu imajını güçlendiriyor;
hafif tombul yanakları tezimi destekliyordu. Ayrık ön dişleri çekicilikten
alabildiğine uzaktı. Kısa boynu ile hemen buluşan yuvarlak omuzları cömertçe
sergilenmesine rağmen, herhangi bir arzuyu tetiklemiyordu. Dış görünüşünden bir
rahibe olmadığı belliydi, ama rahibe olması için gereksiz kıyafetlere ihtiyacı
yoktu. O dudakların daha önce bir kez bile öpülmediği öylesine belliydi ki…
İlk izlenimlerim; resimdeki
çocuksu kadında özenilecek ve beni kıskançlığa sürükleyecek bir gizemin
olmadığını düşündürse de bu yanılgıya kanmadım. Tablo, zengin bir babanın doğum
günü hediyesiydi yalnızca, olamaz mıydı? İçimden olmasını diliyordum dilemesine
lakin, nedense bir sebepten ötürü öyle olmadığını biliyordum. Derken tablodaki
ışık oyunu dikkatimi çekiverdi; kızın- çünkü kadınsılıktan uzak olduğuna artık
kanaat getirmiştim- bir yüzünü gölgeleyen ve diğer tarafını boynundan omzuna
kadar aydınlatan. Bir ikilem miydi bu? Kızın içindeki masumiyetlikle ihtirasın
bir çatışması mı? Yoksa çocuk kalmakla büyümek arasındaki çelişki mi demek daha
doğru? Fakat aydınlık kalan tarafındaki gözü bile gölgelenmiş… Mona Lisa ile
yarışır mı bilmem ama hafifçe aralanmış dudaklarındaki tebessüme rağmen,
bakışlara sinmiş o hüzün, masumiyete saplanan bir hançerdi sanki. Belki de bir
yanı saklanmak isterken diğer yanı umutsuzca serilmek istiyordu duyguların
önüne; anlaşılabilmek için…
İtiraf etmeliyim ki şiirlere
yaraşır, yay gibi kaşları vardı kızın ve burnu Venüs’ünki kadar güzeldi. Ne
tesadüf ki bu deniz köpüğü gibi narin ve saf güzellik, yaratıcısını etkilemeyi
başarmış ve böylece sonsuzluğu selamlamıştı. Kendi değerini bilmeyen ve bunu eğri duruşuyla
gösteren kızın kıymetini anlamıştı yaratıcı. İçindeki duruluğun dışarı
fışkırarak tenine yansımasını, aydınlanmayla göstermiş; korku ve gizemini
gölgelerle saklamıştı. Anlaşılan ölümlü Venüs’ünün gücünü ona göstermek
istememişti; doğum anındaki büyüleyiciliğiyle kalsın diye…
Gözlerindeki bakışa odaklandım
yeniden. Rahatsız edici bir duygu beni esir almıştı. Derinliklerindeki bir
labirent, yolumu bulmamı engeller gibiydi. Bir çığlık yükseliyordu adeta ama
ben anlayamıyordum çığlıkla gelen cümleleri; dudaklarının arasından çıkmaya
çalışan, ama bir duvarla engellenen sözcükler… Bu yüzden tüm gücünü bakışlarına
vermiş, bir anlayan çıkar mı diye. Fakat nafile! Güç yetiremiyorum esrar
perdesini yırtmaya. Çare olamıyorum, yıllarca süren bekleyişe…
Derken içimden bir ürperti geçti.
Böylesine bir tezatlık nasıl olabilirdi? O kıvırcık, siyah saçlar şimdi
Medusa’nın yılanları gibi saldırıyordu bana. Beni içine çeken; ağzı, gözleri,
boynu ve burnunun bir kısmını örten o gölge, neyin sırrını saklıyordu? Işık,
karanlığa doğru mu ilerliyordu yoksa emmeye mi başlamıştı kötülük iyiliği?
Yüzünü bölen bu kavga, ruhunda da yaşanıyor muydu? Kim bilir yaratıcısı da
benim gibi bu gizemi çözmeye, masumiyet maskesiyle ne gibi oyunlar oynadığını
bulmaya çalışıyordu. Görevlinin çıkış anını bildiren uyarısıyla kendime
gelirken; kızın, insanoğlunun içinde barındırdığı iki büyük gücü yansıttığını
düşündüm. Gözlerimi gözlerinden son kez ayırırken, sahip olduğu gizem aklımı
kurcalıyordu ve sırrı onunla sonsuzluğa kadar yaşayacaktı.