21 Şubat 2015 Cumartesi

HASTALIK NEDİR?

Hastalık; acı ve üzüntü gibi korktuğumuz, istemediğimiz, yadsıdığımız, en kötü kabuslarımızdaki gibi ecel terleri döktüren bir kara beladır. Bize boyun eğmeyi, istemesek bile sabretmeyi, susup dinlemeyi, belki de ilk kez dönüp kendimize bakmayı öğreten en acımasız öğretmendir.

Bir kırbaç gibi inerken hastalık omuzlarımıza, acıyla haykırırken yüreğimiz, kanlı gözyaşları dökerken ve kim bilir hayat biterken gerçeklerle yüzleşmek ironi midir? Hiçbir şeyin karşılıksız olmadığı bu dünyada hakikatin bedeli hastalık mıdır? İnsanoğlu şeytan kadar inatçı ve bir kaya gibi yontulması zor mudur ki, onu dize getirmek için cehennemin zehirli sularından tatmalıdır dünyada?

Alevlerle çevrelenmişken kaçıp kurtulmak kolay değildir elbet… Tenini yalarken ızdırap, düşüncelerine tecavüz etmişken çaresizlik; tahminlerin ötesinde bir güce sahip olmalıdır hasta, böylesine şiddete maruz kaldığına göre…  Bu denli acımasız bir dertle boğuşurken kavrayabilmek ölümü; ölümün perdesiyle yüzleşmek, yaldızlarla kaplanmış ve gözlerini boyamış tüm yalanların silindiğini görebilmek ne büyük bir kudrettir. Hem diptesindir hem göklerde; hem acizsin, hem yüce. İkilemler, üçlemler… sonsuzluğa varan karmaşa; hastalıkla sadeleşir, sadeleşir ve gerçek benliğiyle yüzleşir. Ya karanlık olur dünyan ya da rengarenk ama asla eskiye dönemezsin bir daha; ölür ve yeniden dirilirsin küllerinden bir Anka kuşu misali. Seni terbiye etmiştir ölüm meleğinin çırağı.


Her hastalık, değişimdir. Değişimler devrimle gelir ve devrimler sarsıntıyı da beraberinde getirir. Eski olgu, yerini devrederken yenisine; unutulmaz ama tarih olarak kalır yalnızca. Değişim olmazsa, gelişim olmaz ve gelişimsiz bir yaşam unutulmaya mahkumdur. Bu yüzdendir ki acımasız öğretmeni çok da yermemeli. O sadece görevini yaparken, bir öğrenci olarak unutulmamalıdır ki, bizim tavrımız da öğrenme sürecinde çok önemli.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Tablodaki Kadın



Saate baktığımda müzenin kapanmak üzere olduğunu gördüm telaşla. Tam çıkmaya hazırlanıyordum ki, hızlı adımlarıma tezatlık oluşturacak bir yavaşlıkla, gözüm alelade olduğunu düşündüğüm bir tabloya takıldı. Böylesine ünlü bir müzede, bu kadar sıradan ve bana göre hiçbir çekiciliği olmayan bir kadının, ölümsüzlüğü hak edecek ne gibi meziyetlere sahip olduğunu merak ettim. Kadınlara has bir kıskançlıkla tabloyu incelemeye koyuldum; tıpkı gizli bir büyünün, efsunun kurbanını kendine çekmesi gibi tablo da beni etkisi altına aldı o anda.

Siyah, kıvırcık ve kısa olan saçları son derece özensizdi ve çocuksu bir hava katıyordu kadına. Karşımda duran siluete kadın demek ne kadar doğru olurdu bilmiyorum. Gözlerindeki  masumluk, çocuksu imajını güçlendiriyor; hafif tombul yanakları tezimi destekliyordu. Ayrık ön dişleri çekicilikten alabildiğine uzaktı. Kısa boynu ile hemen buluşan yuvarlak omuzları cömertçe sergilenmesine rağmen, herhangi bir arzuyu tetiklemiyordu. Dış görünüşünden bir rahibe olmadığı belliydi, ama rahibe olması için gereksiz kıyafetlere ihtiyacı yoktu. O dudakların daha önce bir kez bile öpülmediği öylesine belliydi ki…

İlk izlenimlerim; resimdeki çocuksu kadında özenilecek ve beni kıskançlığa sürükleyecek bir gizemin olmadığını düşündürse de bu yanılgıya kanmadım. Tablo, zengin bir babanın doğum günü hediyesiydi yalnızca, olamaz mıydı? İçimden olmasını diliyordum dilemesine lakin, nedense bir sebepten ötürü öyle olmadığını biliyordum. Derken tablodaki ışık oyunu dikkatimi çekiverdi; kızın- çünkü kadınsılıktan uzak olduğuna artık kanaat getirmiştim- bir yüzünü gölgeleyen ve diğer tarafını boynundan omzuna kadar aydınlatan. Bir ikilem miydi bu? Kızın içindeki masumiyetlikle ihtirasın bir çatışması mı? Yoksa çocuk kalmakla büyümek arasındaki çelişki mi demek daha doğru? Fakat aydınlık kalan tarafındaki gözü bile gölgelenmiş… Mona Lisa ile yarışır mı bilmem ama hafifçe aralanmış dudaklarındaki tebessüme rağmen, bakışlara sinmiş o hüzün, masumiyete saplanan bir hançerdi sanki. Belki de bir yanı saklanmak isterken diğer yanı umutsuzca serilmek istiyordu duyguların önüne; anlaşılabilmek için…

İtiraf etmeliyim ki şiirlere yaraşır, yay gibi kaşları vardı kızın ve burnu Venüs’ünki kadar güzeldi. Ne tesadüf ki bu deniz köpüğü gibi narin ve saf güzellik, yaratıcısını etkilemeyi başarmış ve böylece sonsuzluğu selamlamıştı.  Kendi değerini bilmeyen ve bunu eğri duruşuyla gösteren kızın kıymetini anlamıştı yaratıcı. İçindeki duruluğun dışarı fışkırarak tenine yansımasını, aydınlanmayla göstermiş; korku ve gizemini gölgelerle saklamıştı. Anlaşılan ölümlü Venüs’ünün gücünü ona göstermek istememişti; doğum anındaki büyüleyiciliğiyle kalsın diye…

Gözlerindeki bakışa odaklandım yeniden. Rahatsız edici bir duygu beni esir almıştı. Derinliklerindeki bir labirent, yolumu bulmamı engeller gibiydi. Bir çığlık yükseliyordu adeta ama ben anlayamıyordum çığlıkla gelen cümleleri; dudaklarının arasından çıkmaya çalışan, ama bir duvarla engellenen sözcükler… Bu yüzden tüm gücünü bakışlarına vermiş, bir anlayan çıkar mı diye. Fakat nafile! Güç yetiremiyorum esrar perdesini yırtmaya. Çare olamıyorum, yıllarca süren bekleyişe…

Derken içimden bir ürperti geçti. Böylesine bir tezatlık nasıl olabilirdi? O kıvırcık, siyah saçlar şimdi Medusa’nın yılanları gibi saldırıyordu bana. Beni içine çeken; ağzı, gözleri, boynu ve burnunun bir kısmını örten o gölge, neyin sırrını saklıyordu? Işık, karanlığa doğru mu ilerliyordu yoksa emmeye mi başlamıştı kötülük iyiliği? Yüzünü bölen bu kavga, ruhunda da yaşanıyor muydu? Kim bilir yaratıcısı da benim gibi bu gizemi çözmeye, masumiyet maskesiyle ne gibi oyunlar oynadığını bulmaya çalışıyordu. Görevlinin çıkış anını bildiren uyarısıyla kendime gelirken; kızın, insanoğlunun içinde barındırdığı iki büyük gücü yansıttığını düşündüm. Gözlerimi gözlerinden son kez ayırırken, sahip olduğu gizem aklımı kurcalıyordu ve sırrı onunla sonsuzluğa kadar yaşayacaktı.